29 Ocak 2011 Cumartesi

Efsane Spor Sözleri

"Cennetteki ilk antrenmanında sağ açığa geçip, sol bekteki Tanrı'nın başını döndürmüştür. Bana takımında bir yer ayırtmasını çok isterim. Best'in takımında tabii! Tanrı'nınkinde değil" Eric Cantona, George Best'in ölümünden sonra.

"Tanrı beni gol atmam için gönderdi" Romario

İnsanlar bana ribaund tekniğini soruyorlar. Teknik şu... 'Şu lanet topu al!'" Charles Barkley

Sinisa Mihajlovic: "Mourinho ile futbol konuşmam. Futbol oynamamış birinin bazı şeyleri anlamasını beklememeli" Jose Mourinho: "Jokey olmak için önce at mı olmak gerekir?"

"Takım içinde karar aldık ve Robben'e bildirdik. Sahaya çıktığımızda o kendi topunu getirecek." Wesley Sneijder

"Eğer biraz çirkin olsaydım ne Pele'nin ne Maradona'nın adı hatırlanırdı" George Best

"Sahada 5 kişiyi nasıl geçeceğimi değil, o 5 kişinin beni nasıl durduracağını duşunürüm" Michael Jordan

Gökmen Özdenak: "Biraz daha geliştirmen lazım son vuruşlarını." Necati Ateş: "Abi biz senin penaltı atıp Ritz Carlton'da turist vurduğunu da biliriz."

"Ben NBA'in en iyi Amerikan futbolcusuyum ve 12 yıldır da NBA'deki en seksi 2.20'lik oyuncuyum" Shaquille O'Neal

"Türk gazetelerindeki tek doğru şey tarihtir" Haim Revivo

"İstatistik mini eteğe benzer çok şey gösterir ama asıl göstermesi gerekeni göstermez" Alex Ferguson

"Eğer beyaz mendiller sizin için sallanıyorsa fazla endişelenmeyin, başkanınız size sahip çıkar. Ancak beyaz mendiller başkan için sallanıyorsa siz en iyisi mi yeni bir yer bulun" Bobby Robson

Gazeteci: "Takım yorgun muydu?" Mourinho: "Yorgun? Günde 15 saat çalışıp ayda birkaç yüz euro kazanıp evine dönen baba yorgun olur. Biz değil"

"Boca es mi religion, Maradona es mi dios, La Bombonera es mi iglesia" (Dinim Boca, Tanrım Maradona, Mabedim La Bombonera) Boca Juniors'un Stadyumu La Bombonera'nın giriş kapısında yazan cümle

"Eğer Pep bana, Cam Nou'nun 3. katından aşağı atlamamı söyleseydi, kendi kendime 'Aşağıda güzel bir şeyler olsa gerek' derdim" Dani Alves

"İtalyanlar size karşı galip gelemezler ama siz onlara mağlup olabilirsiniz" Johan Cruyff

"Takımı kaybettiğinde ağlamayan futbolcu, yıldız olamaz" Gheorghe Hagi

"Bazen Michael Jordan o kadar güzel oynardı ki onu savunmaya calışmak yerine potayı güzel gören bi yerden Jordan'ın yapacağı şeyi izlemeyi seçiyodum, çünkü ertesi gün herkes o hareketten bahsederken tam anlamıyla görememiş olmak beni çıldırtıyordu" Magic Johnson

"Yıldızlarla çalışmak zor değildir. Zor olan daha az yetenekli olup kendisini yıldız sananlarla çalışmaktır" Guus Hiddink

"Sol ayağı zayıf, kafa vuruşları sıfır, savunma yapamıyor, fazla da gol atmıyor. Onun dışında fena değil" George Best'ten David Beckham'a.

"Her maçımı son maçımmış gibi oynarım" Allen Iverson

"Amerika'da milyoner 15 tane siyah adam var ve yarısı şu an aşağıda soyunma odasında" Bir All-Star maçı öncesi Charles Barkley'nin söylediği söz...

"Futbol basittir. Zor olan basit futbol oynamaktır" Johan Cruyff

Spiker: "Hükümet yetkililerinin futbolla ilgili olması konusunda ne düşünüyorsunuz?" Amokachi: "Çok normal, ikimiz de trübünlere oynuyoruz"

"Postacılar pazar günü çalışmaz" Chicago Bulls - Utah Jazz NBA finalinde Bulls forveti Scottie Pippen, Jazz'ın "Postacı" lakaplı forveti Karl Malone'a serbest atış öncesinde bunu söylemiş ardından Malone serbest atışlardan yararlanamayıp şampiyonluğun Bulls'a gitmesine neden olmuştu.

"Kariyerim boyunca 9000'den fazla başarısız atış yaptım, 300'den fazla oyun kaybettim, 26 kez oyun kazandıracak atışı ıskaladım. Çabaladıkça başarısız oldum, başarısız oldukça çabaladım. İşte başarımın sırrı..." Michael Jordan

"Taraftarın takımı asla kazanamaz, çünkü hiç sahaya çıkmaz" Jupp Derwall

"Futboldaki 21 yıllık yaşantımda, hiçbir zaman buna benzer bir ortam görmedim. Yunanlılar Türklerin parmak uçlarına bile gelemezler" Sevilla Başkanı Jose Maria Del Nido (Kadıköy'deki Fenerbahçe maçı sonrası...)

"Futbol, ezilen halkların mutluluğudur" George Weah

"Ne zaman antrenmanda koşuda birinci gelemezsem basketbolu bırakırım" Karl Malone

"Bazı insanlar futbolun bir ölüm kalım meselesi olduğuna inanırlar. Sizi temin ederim ki ondan çok çok daha önemlidir" Bill Shankly

Herkes bir gün Michael Jordan olmak istiyor. Ben ise her gün Michael Jordan olmak zorundayım" Michael Jordan

"Ben Jordan'a maçta ne yapması gerektiğini söylemezdim ama sana söylüyorum" Phil Jackson'dan Kobe Bryant'a...

"Bu bir derbi değil, Katalunya'nın İspanya'ya karşı verdiği özgürlük mücadelesi. Kendimi Katalan askeri zannettim" Gary Lineker (Nou Camp'ta oynadığı ilk Real Madrid maçı sonrası...)

"Eğer biri beni savunmasıyla durdurabiliyorsa o zaman sakat olduğumu anlıyorum yoksa normal şartlar da beni kimse durduramaz" Allen Iverson

"Livorno'yu eşimden daha çok sevdiğimi söylerler. Fakat onu da en az Livorno kadar seviyorum" Cristiano Lucarelli

"1969'da içkiyi ve kadınları bıraktım. Hayatımda geçirdiğim en berbat 20 dakikaydı" George Best

"Futbol 90 dakika süren ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur" Gary Lineker

"Doktorlar sigarayı bırakmazsam futbol oynayamayacağımı söylediler, ben de futbolu bıraktım" Johan Cruyff

"Dünya'da iki tip basketbolcu vardır Jordan ve diğerleri" Magic Johnson

"Boca'nın teknik direktörlüğünü yapmak, pencereler açık olarak sevişmeye benzer. Mahremiyetiniz yoktur" Claudio Borghi

"Eğer kolayı isteseydim Porto'da kalırdım. Güzel mavi bir koltuk, Şampiyonlar Ligi kupası ve tanrı vardı. Tanrıdan sonra da ben..." Jose Mourinho

Muhabir: İspanya'da başarılı olabilecek misin? Maradona: Top orada da yuvarlak değil mi?

"Eğer bana üç kişiyi çalımlayıp 30 yarddan Liverpool'a nefis bir gol atıp tribünleri ayağa kaldırmak mı yoksa dünya güzelini yatağa atmak mı? diye sorsanız karar vermesi çok zor olurdu. Şanslıyım çünkü her ikisini de yaptım. Ama birini 50 bin kişinin gözleri önünde" George Best

"Çünkü dörtlük diye bir şey yok" "Neden bu kadar çok üçlük atıyorsun?" sorusuna Antonie Walker'ın cevabı.

"Tanrıya inanmam, İspanya'da 22 futbolcu da istavroz çıkarır, eger bir faydası olsaydı bütün maçların berabere gitmesi gerekirdi" Johan Cruyff

"Bu adamı savunmak suyu avuçlamaya benziyor" Michael Jordan hakkında söylenmiş bir anonim söz

"Bu oyunu seviyorum çünkü her attığım giriyor" Ray Allen

"Çocuk bakıcılığı yapmaktan takımını şampiyon yapamıyor" Jose Mourinho'dan Arsene Wenger'e...

"Herkes kendine pahalı arabalar,yatlar alırken, ben bugün Livorno forması aldım" Cristiano Lucarelli

"Karısını aldatan, bunu itiraf edecek yüreği olmayan ve pencereden kaçıp giden bir koca gibiydi" Inter Başkanı Massimo Moratti'den Jose Mourinho'nun ayrılığı için yaptığı yorum...

"Aslında her şeyden biraz var Türk futbolunda. Ama hiçbir şey tam yok" Frank Rijkaard

"Beni durdurmak için tabancaya ihtiyaç duyarlardı. Ama Messi’yi durdurmak için makineli tüfeğe ihtiyaç var" Hristo Stoichkov

"Eğer ben Amerika'da doğmuş olsaydım, herhalde bu cüsseyle ya basketçi, ya da Amerikan futbolcusu olurdum. Tanrıya şükür ki Jamaikalıyım ve atletizm yapıyorum" Usain Bolt

23 Ocak 2011 Pazar

Uğurlar Olsun

Tüm demokrasi ve devrim şehitlerimize selam olsun. 24 Ocak, sana aşkolsun. Yiğidim, sana da "Uğurlar" olsun.




Dağ gibi, kara yağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık,

Vurulduk ey halkım, unutma bizi!

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren senetler gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.

Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi!

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımıza düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duyularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. hukuk sustu. İnsanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!

Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük. Adana'da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi!

Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi!

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi!

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere...

Asıldık ey halkım, unutma bizi!

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına. Batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi!

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi!
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi!
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz, ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi, untuma bizi...

Adamlık


"Ben Fenerbahçe'ye mal olmuş bir oyuncuyum. Fenerbahçe beni istemezse valizimi toplar Türkiye'den giderim. Herkes benim nasıl bir Fenerbahçeli olduğumu daha iyi anlar. Herkes bilsin ve Fenerbahçe camiası rahat olsun ki; Alex Fenerbahçe'den ayrılırsa Türkiye'de forma giymez."

22 Ocak 2011 Cumartesi

Ölmeden Önce Görülesi Festivaller

Epeydir aklımda olan bir konuydu bu. Malum eğlenceyi seviyoruz. Bunun bir de "ölmeden önce görülesi derbiler" şeklinde bir versiyonunu da yapacağım yakın zamanda. Neyse konumuza dönelim, dünya üzerindeki bir çok etkinliğin, festivalin, karnavalın içinden uzun bir araştırmanın ve ayıklamanın ardından güzel ve bilgi verici bir değerlendirme olduğunu sanıyorum aşağıda. Şu dünyadan göçmeden önce en azından 1-2 tanesini görebilmek lazım. Buyrunuz.

Coachella Festival (Indio, California, ABD)
http://www.coachella.com/

Coachella, 100 bine yakın insanın katıldığı, dünyanın en önemli müzik festivallerinden biri. Memlekete 2 tane ünlü grup geldiğinde ortalığı ayağa kaldırdığımız düşünüldüğünde, Line-Up'lar insanın dibini düşürüyor. Nisan ayının 3. ya da 4. haftasında düzenleniyor ve 3 gün sürüyor. Festivalin düzenlendiği yer Indio, Colorado Çöl'ünde bir yerleşim olduğundan, festival genellikle 40 derece sıcaklıkta gerçekleşiyor. Dolayısıyla erkenden işe koyulup otel, araç ayarlamalarını yapmadan festivali çadırda geçirmek isteyenler için sıcaklar sıkıntı yaratabilir.

Bu seneki festival afişi ve line-up'ı buradan görebilirsiniz.


Carnevale di Venezia (Venedik, İtalya)
http://www.carnevale.venezia.it/


Tarihi Venedik Karnavalı. Genellikle Ocak ayı sonu ile Şubat başlangıcı civarlarına denk gelen bir dönemde başlayıp, 1-2 hafta sürer. Eldeki bilgiler, bu karnavalın ilk kez 1268’de düzenlendiğini gösteriyor. Karnavalın simgesi ünlü Venedik Maskeleri. Maskenin anlamı ise eski zamanlarda var olan sosyal sınıf ayrımcılığının aşırılığına tepki göstermek ve aslında herkesin eşit olduğunu vurgulamak. Karnaval dönemi Venedik'te her milletten bir çok insan binlerce çeşit bu renkli maskelerden takıp sokaklarda eğlenir. Konfetiler atılır, dev kuklaların başrolde olduğu gösteriler düzenlenir, eski düellolar canlandırılır, canlı heykeller sokaklarda dolaşır. kostümlü insanların sabahın erken saatlerinde gondollarla sisli kanallardan geçişi tüyler ürperticidir. Eğlence ve bağırış çağırıştan ziyade, mistik ve görsel içerikli bir karnaval diyebiliriz sanırım Venedik Karnavalı için, ama sırf San Marco Meydanı'nda yüzü Venedik Maskeli ve köstümlü insan topluluklarını görebilmek için bile gidilir.


La Tomatina (Valencia, İspanya)
http://www.latomatina.es/


İspanya'da yaklaşık 70 yıldır devam eden ve La Tomatina olarak bilinen Domates Festivali, her yıl dünyanın çeşitli yerlerinden binlerce kişinin katılımıyla Valencia bölgesindeki Buñol Köyü'nde gerçekleşiyor. Valencia'nın bir köyü olan Buñol, Katalunya'nın başkenti Barcelona'ya yaklaşık 1,5 saat mesafede. Festivalin amacı katılanların ellerindeki domatesler ile birbiriyle ile savaşması ve oluşan domates suyu ırmaklarında yüzmesi. Tabii metrelerce uzunluğundaki sokaklar domates suyu ırmağına dönüşüyor. Festival zamanı, domates lekelerin duvarlarda kalmaması için çevredeki binaların hepsi mavi plastik bir tente ile kapatılıyor. Festival, her sene ağustos ayının son çarşambasında başlayıp, yaklaşık 1 hafta sürüyor. Son festivalde 100 tondan fazla domates harcandı ve 50 bine yakın kişi bu manyaklığa ortak oldu. Bu dometes nehrinin içine beni hiç bir Allah'ın kulu sokamaz ama orda olup bu manyaklığı izlemek isteyenler için yerler de varmış, ordan yer edinmek mantıklı olabilir :)

Oktoberfest (Münih, Almanya)
http://www.oktoberfest.de/

Oktoberfest, Almanya'nın Münih kentinde her yıl Eylül ayının son günleri ve Ekim ayının ilk günlerinde başlayıp ve 2 hafta süren bir festivaldir. Festivale her yıl yaklaşık 6 milyon kişi katılıyor. Festivalin en önemli özelliği elbette ki bira. Bu kutlamalar için özel olarak bir Oktoberfest birası mayalanır ki bu bira hem tat hem de alkol bakımından biraz koyu renkli ve sert. Bu bira Maß denen bir litrelik özel bardaklarda sunuluyor. Sadece Münihli bira üreticilerinin bu özel birayı sunmalarına izin veriliyor ve bu sunum adı Bierzelt olan binlerce kişinin sığabileceği devasa çadırlarda yapılıyor. Türkiye'de kendilerini toplum polisi zanneden gençlerin kokteylli sergi açılışlarını basmayı görev addettiği, ve şu günlerde artık kokteyllerde servis edilmesinin yasaklandığı biranın açıkhavada su gibi aktığı, insanların sokak ortasında rahatça alkollerini alıp, öpüşüp koklaşabildiği Oktoberfest'te herkes mutlu ve kimse de zarar görmüyor. Kişisel yaşam tercihlerine saygıyı sürekli dillendirip diğer yandan kısıtlayanlara gelsin.

Carnaval de Québec (Ville de Québec, Kanada)
http://www.carnaval.qc.ca/

Quebec Kış Karnavalı, 1894 yılından beri kutlanan, dünyanın en büyük kış karnavalı. Her yıl Kanada’nın özerk Quebec eyaletindeki Ville de Québec'de düzenleniyor. Ocak ayı sonu ile Şubat ayı başında başlayıp, iki hafta sürüyor. Karnavalın simgesi "Bonhomme" (iyi adam) anlamına gelen kardan adamdır. Kırmızı şapkası ve renkli kemeri, Quebeclilerin geleneksel kıyafetlerindendir. Tüm dünyadan gelen binlerce insan, görsel bir çok şölenin ve eğlencenin tadını çıkarır. Bu görsellikler içinde en göz alıcı ayrıntı kar ve buzdan olağanüstü intizamla inşa edilmiş heykeller ve dev yapılar. Festivalde yer alan kış sporları, geleneksel Quebec tarzı etkinlikler (kraliçe ve düşesler, karnaval mumu), kar banyoları, konserler, kano yarışları ve köpek kızağı yarışları gibi eğlenceli aktiviteler arasında.


Mardi Gras (New Orleans, Miami, ABD)
http://www.mardigras.com/

Mardi Gras'ın hikayesi biraz değişik. Aslında Mardi Gras, katoliklerin paskalya öncesindeki 40 günlük büyük perhiz döneminin başlangıcında kutlanan dini bir bayram. Ancak New Orleans'ta Mardi Gras, yasaklardan kurtulmanın, özgürlüğü cinsel teşhirle karıştırmanın coşkusu olarak yaşandığı, bugün Rio Karnavalı'yla kıyaslanacak kadar büyük ve katılımın çok olduğu, dünyanın en büyük festivallerinden biri halini almış. Bu festivalin akla ilk getirdiği şey "göğüsler" :) Az önce de bahsettiğim gibi, kutlamalar cinsel teşhirin özgürlüğü ve yasakçı zihniyeti "kışkışlamasını" temsil ettiğinden, Amerikalı kızlar festivalde göğüslerini her fırsatta açmaktan geri durmuyor. Bazı kızlara incik boncuk verdiğinizde "size özel" göğüslerini gösteriyorlar. Ne kadar çok boncuk verirseniz ona göre "karşılık" alabiliyorsunuz. Tabi Amerika'daki muhafazakarlar bu karnavaldan rahatsızlar, hatta içlerinde Katrina Kasırgası'nın da bu sebeple New Orleanslılara ceza olsun diye çıktığına inananlar var. (Samanyolu TV dizileri düz mantığı, yobazlık konu oldğunda hangi dinden olduğunun önemi yok sanırım). Onun dışında, alkol, renkli gösteriler, değişik kostümler, havai fişekler, eğlence ve sınırsız seks. Festival, her yılın şubat ayında gerçekleşiyor.


Sziget (Budapeşte, Macaristan)
http://www.szigetfestival.com/

Sziget Festivali, Macaristan'da her yıl Budapeşte'de, Tuna nehrindeki Obudai Adası'nda düzenlenen, ismini festival alanının bir adadan oluşmasından dolayı Macarca "ada" anlamına gelen "sziget" sözcüğünden alan bir müzik festivalidir. Bugün 400.000 kapasitesi, geniş kamp alanı, çocuklarıyla gelen ailelerin çocuklarını emanet edebilecekleri kreşlerden ücretsiz vestiyerine kadar her tür detayın düşünüldüğü, bir çok türden sanatçıya ve müzik türüne ev sahipliği yapan Avrupa'nın en büyük müzik festivalidir. Kafada biraz daha net canlanması için festival alanının bir krokisine bakmak, ufak bir OHA çekmek için de sanırım yeterli. Onlarca sahnesi, yüzlerce grubu, sonsuz atraksiyonu, çamuruyla, Gyros'uyla (domuz döneri) saygı duyulası cümbüştür. Bu cümbüşe göre bilet fiyatları da oldukça makuldür, günlük bilet fiyatı 45 Euro. Festival ağustos ayında gerçekleşiyor ve 1 hafta sürüyor.


Edinburgh International Festival (Edinburgh, İskoçya)
http://www.eif.co.uk/

Tiyatro, opera, film, kitap ve caz festivallerinden oluşan Edinburgh Festivali, alanında dünyanın en büyük festivali. Neredeyse sanatın tüm türlerini içinde barındırması, uluslararası yıldızlardan oluşan programı dışında, tarihi gelişimi de festivale "cream de la cream" duruşu haricinde farklı bir boyut kazandırıyor. Festival 1947'de İskoçya halkının savaş nedeniyle bozulan moralini yükseltmek için başlatıldı. Başta sadece müzik, tiyatro ve film dalların oluşan festivale katılmak için gelen sekiz tiyatro topluluğunun, "resmen davetli olmadıkları" için geri çevrilmelerine rağmen kenti terk etmemesi ve kendi kendilerine perde açıp oyunlarını sahnelemeye karar vermesiyle farklı bir noktaya taşındı. Hemen ertesi yıl bu "kendi kendine" inisiyatif devam etti ve zamanla ünü ana festivali aşan Fringe doğdu. Bugün dünyaca ünlü şeflerin, aktrislerin, tenorların, sinemacıların, yazarların, caz ustalarının ve tabi onları merak eden binlerce izleyici, eleştirmen ve oyuncu ajansının hepsinden daha çok ilgi çeken, resmi Edinburgh Festivali'nin hemen yanıbaşında kentin irili ufaklı tüm tiyatro salonlarını, barlarını, evlerini, sokaklarını, ve hatta bir tuvaleti ve otomobili kullanan, adı sanı duyulmadık tiyatrocu kitlesi tarafından düzenlenen Fringe Festivali. Edinburgh Festivalı Ağustos ayında başlayıp 3 hafta kadar sürüyor.


Glastonbury Festival (Pilton, Summerset, İngiltere)
http://www.glastonburyfestivals.co.uk/

Bir dehşet festival daha. Glastonbury Festival of Contemporary Performing Arts (tam adı bu), dünyanın en büyük açık ve yeşil alan festivali olma özelliğini taşıyor. Glastonbury Festival, ilk olarak 1970 yılında gerçekleşti. Bu özelliğiyle, emsalleri içinde en eski tarihe sahip olan festival. Kurulu olduğu alan, İskoçya'nın bilindik küçük baş büyük baş otlatıldığı, country side denen geniş mera gibi bir yer. Festivali biraz farklı kılan da sanırım bu, 21. yüzyılın rock, techno, raggae, hip-hop türü müziklerini böylesine bir ortamda dinlemek. İskoçya'nın 4 mevsim yağış alan iklimini göz önüne aldığımızda, bu festivale katılmadan önce yanına uzun işçi model plastik botsuz, yağmurluksuz gelen yanar ! 80'den fazla sahnede 700'den fazla performansın sergilendiği festivalde, 200 bine yakın kişi katılım gösteriyor. Festival alanı krokisini burda. En ucuz bileti 120 pound olan festivalin 200 bin bileti, genellikle satışa çıktıktan 1 gün sonra tükeniyor.

Festival her sene haziran ayında 4 gün sürüyor. Henüz line-uplar açıklanmamasına rağmen (internet sitesinde biraz da kibirli bir şekilde bahara kadar açıklanmayacak, ama bir fikir vermesi açısından 2010 line-up'ına bakabilirsiniz denmiş) 2011 biletlerinin tamamı satıldı. Bu da festivalin ne kadar güvenilir ve sadık fanlarının olduğunun kanıtı. 2010 line-up'ı burdan incelenebilir. Birbirinden güzel stage'ler iyi hoş da, hepsine yetişebilmek için bölünerek, mitozla, sporla çoğalmak gerek.


Las Fallas (Valencia, İspanya)
http://www.fallasfromvalencia.com/

Fetivale katılmış biri Las Fallas hakkında şunları yazmış :
Bu festivale gitmek istiyorsanız öncelikle kulaklarınıza güvenmeniz gerekiyor. Las Fallas'ın son haftası boyunca her gidilen yerde, sokakta fişeklerin, torpillerin ortasında kalacaksınız. Geceleri sabahlara kadar elinizde içki sokaktan sokağa konser tarzı yerlere koşup, tanımadığınız insanlarla dans edip, karşılıklı torpil değiş tokuşu yapacaksınız, fallaları söndüren itfayecilere "Maricones" diye bağırıp gece yarısı sizi ıslatmalarını bekleyeceksiniz. Ardından da itfayecileri askere uğurlar gibi havalara kaldırıp atacaksınız. Tabiki bu saydıklarım orada yaşananların sadece küçük bir kısmı, ama kesin olan bir şey varsa Las Fallas'da eğleneceğinizdir.

Las Fallas, marangozların azizi olan San Jose'nin (St.Joseph) anısına kutlanan bir Valencia festivalidir. Festivalin sembolü, San Jose'nin marangoz olmasından yola çıkılarak, yapımı aylarca süren kocaman ahşap-poliüretan ya da plastikten heykellerdir, ki bu heykele Falla deniyor, Fallas İspanyolca çoğul hali. Bunlar, güncel olayların karikatürize edilmiş maketleridir genellikle. 3 boyutlu, bazıları 30 metreye varan büyüklükte, Disneyland tadında, çizgi film karakterleri kıvamında karikatürlerdir denebilir. Her mahallenin kendi fallası vardır, tamamını gezip görmek de oldukça zor (700 adet civarında olduğu söyleniyor). Festival genelde şubatın son pazarı "La Crida" denen seramoniyle başlar. Daha sonra "La Mascletà" zamanı gelir. Mascleta sadece inanılmaz yüksek ses çıkartan bir tür "gündüz havai fişeği"dir. 1-19 mart arası her gün saat 2'de Mascleta gösterisi olur, 6-7 dakika sürer, geçici duyma zorluklarına yol açabilir. Ara ara konserler, sahilde partiler de gerçekleşiyor.

15 martta Fallas başlar denilebilir. "La Plantà" denen bu günde bizim heykeller yani fallalar (Fallas) sokaklarda ışıklı süsleriyle arz-ı endam ederler. 15-18 mart arası "La Nit del Foc" denir, geceleri muhteşem havai fişek gösterileri yapılır. 19 mart ise, "La Cremà", yani fallaların yakılma günüdür ! Evet, onca emekle ve ciddi paralarla yapılan, kimi ciddi bir sanat eseri niteliğindeki heykelleri adamlar son gün üzerilerine benzin döküp yakıyorlar. Bunu yapmalarının sebebi olarak bir rivayete göre çocuklara oyuncak yapan iyi kalpli San Jose'nin atölyesinin ve oyuncakların bir gün çıkan bir yangınla yanıp kül olması ve Valencialılar'ın kendini ve bu olayı aynı şekile anmaları olduğu söyleniyor. Fallalar yakıldıktan sonra gelen itfaiyecilerin insanlara su sıkması, insanların itfiayecilei kovalamasıyla eğlence, şamata ile festivalin kapanışı oldukça sulu ama eğlenceli olur. Bana hikayesi de etkinlikleri de çok ilginç geldi.


Sanfermines (Pamplona, İspanya)
http://www.sanfermin.com/

Biz çok normalmişiz gibi her yıl düzenli olarak Türk televizyonlarında "vay vay vay bakın şu manyak İspanyollara, boğalara kovalattırıyorlar kendilerini" diyerek görebildiğimiz festival Sanfermines, yani San Fermín festivali. Kuzey İspanya'daki Pamplona şehrinde her yıl 6 Temmuz ile 14 Temmuz arasında düzenlenen geçmişi eskilere dayanan bir kutlamadır. Pamplona ve Navarre'nin koruyucu meleği olan San Fermin onuruna düzenlenir. Kutlamada en önemli aktivite "Encierro" yani boğaların koşması olsa da, çoğumuzun bildiği gibi festival bu koşudan ibaret değildir, 1 hafta boyunca süren eğlence ve bir sürü diğer geleneksel etkinlikleri de kapsamakta. Herkesin çılgınca eğlendiği 24 saat ve 7 gün boyunca non-stop süren bir açık hava partisidir denebilir Sanfermines için. Şehire bütün olarak yayılmış bir festival olduğundan her köşede farklı bir aktivite görebilirsiniz. Bir meydanda şarap ve sangria savaşı yapan gençleri görebilmek mümkünken diğer bir köşesinde 0-6 yaş çocuklarının anne babalarıyla oyun oynaması için tasarlanmış özel köşeler mevcut. Keza caddelerdeki bayram havasına, sokaktan geçen bando takımlarının insanları yere yatırarak dans ettirmesine tanık olmak da mümkün.Geceleri de havai fişek gösterileri var tabiki. Bu arada araştırdığım kadarıyla boğa koşusu için koşan insanlar özel eçilmiş, yarı profesyonel, ve gönüllüler kulüplerinde yer alan insanlardan seçiliyormuş. O hengamede her ne kadar sızıntı olması gayet mümkünse de, böyle bir tavırları var İspanyolların. Biraz da işin hukuki boyutunu düşünüp koşu için dünya kamuoyunda hakim olan baskıları düşürmek için atılmış göstermelik bir kural olarak gördüm ben.



Carnaval de Rio (Rio de Jenerio, Brezilya)
http://www.rio-carnival.net/

Böyle bir listede Rio Karnavalı'nın olmaması düşünülemezdi tabiki. Dünyanın en meşhur ve en büyük katılımlı karnavalı Rio Karnavalı. Her sene yaklaşık 1 milyon insan karnavalın tadına varıyor. İlk karnavalın 1723 yılında yapıldığını düşünürsek, bu tarihi olarak da dünyada kökleri en eskiye dayanan kutlamalardan biri. Genellikle şubat ayına rastlıyor ve 4 gün sürüyor. Karnavalın ruhu samba okulları. Çünkü karnavalın amacı, sadece bu karnaval için olan samba okullarında 1 sene hazırlanan sambacı kızların karnavalda birbirleriyle yarışması. Festivalin 4 gününün 2 günü, daha önceden belirlenmiş 14 samba okulunun yarışmasıyla geçiyor ve festival alanı rengarenk görüntülere sahne alıyor. Her okul kendine bir tema seçiyor, ve o temanın görselliği için temaya has dekorlar, kostümler ve koreografiler hazırlanıyor. Sunum ve grup etkileşimi de oldukça önemli. Bateria adı verilen bandoları da temaya has yaratılan ritim ve müzikleri segiliyor ve danslar şekilleniyor. Sonuç olarak, sadece birkaç saat giyilecek kostümler için günlerce haftalarca uğraşının sonucu ortaya görkemli giyinmiş krallar , kraliçeler ve prensler, ritmik danslar, kulağa hoş gelen müzikler ve görsel bir şölen çıkıyor. Birçok farklı kritere göre belirlenen değerlendirmenin sonucu kazanan okula da "Grupo Especial" kazanan okul ünvanı ve para ödülü veriliyor. Bu yarışma dışında Rio Karnavalı zamanı Rio sahilleri, sokakları insan seli oluyor, etkinlikler, kutlamalar en coşkulu şekilde gerçekleşiyor ve eğlence sınırsız bir hal alıyor. Festival zamanı Ro plajından denize girmenin keyfi bir başka olmalı (şubat ayı Brezilya güney yarım kürede olduğundan en sıcak ay). Tabi festival zamanı hırsızlığın, suç oranlarının da şehirde en yükseldiği dönem olduğunu hatırlamak gerek, fiyatlar da normalin misli misli üstünde oluyor.


Evet olay budur efendim, hepsi çok güzel ve görülesi kutlamalar ama ilk 3 dersek benim favorilerim Rio, Las Fallas ve Oktoberfest(özür dilerim Mardi Gras). Müzik festivali kapsamında da Sziget'e gitmek isterim.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Eller



19 Ocak. Gün, ülke tarihindeki sayısız karanlık günlerden biri.

4 yıldır, ışıkları bir kere daha söndürüp aydınlığı karanlığa döndüren gerçek el bulunamadı. Tıpkı "mumumuzu" söndürenlerin, "ipeğimizi" kestirenlerin gerçekte bulunamadığı gibi.

Aslında filmin başı belli sonu belli. Yıllardır oynanan oyun belli. Aktörler belli. Azmettiren belli, azmeden belli. Bir elin verdiğini öteki vermeyecek derler ya. Işığı söndüren bir el, sönen feneri gömen öbür el. Ben temizleyeceğim, sen gömeceksin. Aynı bedende iki el, biri diğerini neden ele versin ?

El deyip diyoruz da, iki elde beden ortak, baş tek. Adalet, bir gün Ali'nin kılıcı ellere değil, o bedendeki başa ulaştığı zaman tecelli edecek. O zaman güneşi içenlerin ruhu huzura erecek, "güneş" zaptedilecek.

Gittiğin yerde rahat uyu.

18 Ocak 2011 Salı

Protestocuk

Günlerdir televizyonlar, gazeteler, hükümet, ana muhalefet, vatandaş, herkes işi gücü bıraktı Galatasaray'ın TOKİ tarafından yeni yapılan stadındaki malum protesto olayını konuşuyor. Konu stad içi bir protesto tartışması olmaktan çıktı, siyasi bir atışmaya döndü, koskoca Galatasaray da malzeme oldu. Dünyanın neresinde alt tarafı ıslıklama için böyle yaygara kopartılmıştır çok merak ediyorum, Berlusconi'ye biri sille tokat daldı yolun ortasında bu kadar yaygara kopmadı, böylesine kokuşmuş ve çarpık düzenli bir ülkede yaşıyoruz, bazı noktalarda malesef hala çok feodaliz.

Önce protestonun bir adını koyalım. Biz demokrasi, özgürlük, protesto nedir bunları bilmiyoruz.

Fransa'da emeklilik yaşı yükseldiği için metro kondüktörleri 20 gün iş bıraktı, benzin pahalılandı diye istasyonlar 1 ay benzin satmadı, millet işe günlerce yürüyerek gitti.

Protesto budur.

Bolivya'da halk sokaklara döküldü, ortalığı yıktı, ateşe verdi, hükümet konaklarına yürüdü, yine benzin zammından ötürü. Hükümet zammı geri çekti.

Protesto budur.

Biz 1940'ların İspanya'sı, 1980'lerin Sovyetler Birliği gibi olduk. Ancak stadlarda, kalabalıklarda, açığa çıkamayacağımızı düşündüğümüz, sürü psikolojisinin taban bulduğu mekanlarda sesimizi çıkartabiliyoruz, "protestocuk" yapıyoruz. O da ıslıkla, yuhla. Ama buna bile tahammül yok.

Tayyip Erdoğan kim ki ıslıklanmayacak, biz uyurken bu ülke rejim mi değiştirdi, bu adamı halk seçmiyor mu, diktatör mü oldu padişah mı ? Yuhalayanların kamera görüntülerini ortaya çıkarma ya da kombinelerini iptal etme tehditiyle bir korku imparatorluğu yaratılmaya çalışılıyor. Tıpkı diğer uygulamalardaki gibi. Sanıyor musunuz ki o kombinesi iptal edilenler sadece stada girememekle kalacak, isimleri de deşifre edilecek, belki polis tarafından alınacak, sorgulanacak, yargılanacak, fişlenecek. Günlük hayatında da rahat ettirilmeyecek. İnsanlara "bakın bir protesto ettiler başlarına neler geldi" diye gözdağı verilecek, bir daha kimse padişahı pardon başbakanı protesto edemesin diye. Bir tarafımdan uydurmuyorum bunları, dün TV'lere bakarken "bağırtanlar Ergenekoncular mı?" diye alt başlıkta bir kaç medya maymunu yalaka konuşuyorlardı.

Ve malesef buna Galatasaray yönetimi de alet oldu. Doğrunun yerine iktidarın yanında oldu. Hadi bu bakan bozuntularının daha iyi koltuk, bir kaç dönem daha güç sahibi olabilmek için padişah için attıkları taklaları saltoları, "Galatasaraylılığımız donduruyoruz" şovlarını anladık, ama Galatasaray başkanı çıkıyor "protesto edenleri tespit edeceğiz, bir daha stada almayacağız" diyor, camianın en ağır topu İnan Kıraç aynı eksende. Abdürrahim Albayrak canlı yayına çıkmış, gözleri dolu utanmasa ağlayacak, sanki başbakan öldü. Yahu onu bunu geçin, elin Karabük'ü bile görevden vazife çıkartmış, herhalde TOKİ bir tane de bana yapsın derdine düşmüş, basın bildirisi yayınlamış, Galatasaray taraftarını kınıyor ! Pes.

Tabi bir de madalyonun diğer yüzü var. Ana muhalefete baba gibi gün doğdu bu olayla. Seçime 5 ay kala ortada hiç bir planı, programı, vaadi olmayan, ne suya ne sabuna ne Kürde ne Türke dokunan CHP, bu tarz sanal gündemlere "bir olta da ben atayım, iki de laf sokayım, haydin rastgele" diyerek bize cumhuriyet tarihinden beri verdiği - ve artık karın doyurmayan- içi boş siyasetten daha fazlasını veremeyeceğini kanıtlamaya başladı. Ülkenin cevap bekleyen bu kadar sorunu, yeni bir umut arayan bu kadar vatandaşı varken, sadece GS kongre üyesi Süheyl Batum değil, Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce ve fahri CHP üyeliğini görev bilmiş bazı ünlü simalar da bu orta oyununa ortak oldular. Biz ülke insanı olarak bu konularda değil, asıl bu ülkenin kamburu olan konularda sizden anlık tepkiler ve yaratıcı çözümler bekliyoruz beyler. Yoksa bu zihniyet daha çook başta kalır, totaliterlik tazyiki her geçen dönem daha da artar, daha da çok protesto olur. Siz de daha çok konuşursunuz. Ne yardan olayım ne serden deyip hala Deniz Baykal'ın İzmir ve kıyı şeridi tabanlı, ülke geneline hitap etmeyen, demode olmuş politikalardan sıyrılıp bize AKP'nin "sözde ileri demokrasisine" ayna olacak "özde demokratik ve çağdaş" bir siyasi tablo sunamadınız, "yeni CHP" de ufaktan eskimeye başladı. Bekliyoruz.

Ulusalcı tayfası ise adeta boncuk bulmuş durumda. Her gün sosyal paylaşım sitelerinde ülke kurtaran Türk gençliği tarafından yazılarını sayfa sayfa paylaşılan popülist lümpenler coştukça coşmuşlar, yazdıkça yazmışlar. Olayı kutsayanını mı ararsın, halk ayaklanmasına yoranı mı, bir isyana bağlayanı mı, yoksa karşı devrime dur diyen ilk hareket olarak göreni mi ? Hepsi var. Galatasaraylılıklarını donduran AKP'lilere nazire yaparcasına Galatasaraylı olanı da var, hatta daha da ileri gidip yılların liseli aristokrat Galatasaray'ını bir gecede halkın takımı ilan edeni de !

Şimdi sormak istiyorum, bu stat olayının, Eren Talu tarafından temel aşamasındayken kendi haline bırakıldığı ve başbakanın duruma el koyduğu günden beri başbakanın projesi oldugu 2 senedir söyleniyordu, biliniyordu. O zaman nerdeydi bu yuhçular ? Recep bey'i ıslıklayanı sırtımda taşırım o bambaşka bir mesele, ama biraz vicdan, bir kesimce Türkiye'nin isyan eden ruhu diye pompalanmaya çalışılan o ıslıkçı grup inşaat bittikten, açılış yapıldıktan, imzalar atıldıktan, stada "konduktan" sonra değil de daha önce bunu neden düşünmediler ?

Bilen biliyor, Galatasaray, Ali Sami Yen'de kiracıydı, ve yaklaşık 5 sene boyunca kiracılık yükümlülükleini bile yerine getirememiş, stadın kira parasını verememişti. Devlet isteseydi bırakın karşılığında stad yapmyı, yasal olarak Galatasaray'ı ordan çıkartma hakkına bile sahipti. Ama 105 yıllık, 20 milyonluk kulübe bunu yapmayı uygun görmediler, ki bence de doğrusu bu. Neticede bu Galatsaray'a öyle veya böyle yapılmış bir iyi niyetti, bir kıyaktı. Devlet yeri, arsayı ve kısmi finansörlüğü Galatasaray'a sağladı, ama Galatasaray onu bile beceremedi, Eren Talu kaçtı gitti. Neticede proje komple TOKİ'ye kaldı, onlar el koymasaydı bu stad Serhat Ulueren'e 10 sene daha ekmek yedirirdi. TOKİ başkanına bu şekilde fütursuzca konuşturan da bu zaten.

Eğer çoğunluk Galatasaraylı stad daha yapım aşamasındayken "biz TOKİ'nin ya da Tayyip Bey'in lütfunu yardımını kabul etmiyoruz" deyip ASY'de kalmak için çırpınsaydı, Galatasaray yönetimi stadını kendi imkanlarıyla tamamen ya da parça parça (bknz Fenerbahçe örneği) stadı yıkıp yeniden yapsaydı, o stadda başbakanı protesto edip bu tarz haksızlıklara maruz kalsaydı, o zaman Ermeni olsun olmasın "hepimiz Hrant'ız" diyenlerin yanında olduğum gibi Galatasaraylı olsun olmasın "hepimiz Galatasaraylıyız" diyenlerin de yanında, içinde olurdum. Gerçekten böye düzgün çizgide olan, o günlerden beri bu projeden rahatsızlık duyan Galatasaraylı dostlarım da var, o ayrı mesele. Onları da, stadda -durum ve şart ne olursa olsun- protestolarını yapan Galatasaray taraftarını da yürekten tebrik ediyorum. Ama çoğunluk içinde kaybolma acısı içindeler. An ve şart itibariyle bu mesele, siyasi rant meselesine, iktidarın güç ve korku, muhalefetin de it dalaşı şovu olmaktan öteye gitmez. Bu devran da böyle gelmiş böyle gider.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü



Öyle Bir Geçer Zamanki dizisinin 16. bölümünün yukarda videoda da izleyebildiğimiz kesitinde, devrimci gençlerin 1968 yılında otobüsle Samsun'a geçip, ordan Ankara'ya kadar sürmesini planlayıp başlattıkları "Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü" işlendi. Ben de bunun üzerine, yakın tarihimizde yaşanan bu olayla ilgili biraz daha ayrıntı vermek istedim.

Yürüyüş 10 kasım 1968'de Anıtkabir'de bitmesi planlanarak 1 kasım 1968'de Samsun'dan başladı. Tarihten de çıkartılabilceği gibi, dönem efsane 68 kuşağının emekleme dönemleri. Yürüyüş, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurucusu oldukları DEV-GENÇ başta olmak üzere Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), ODTÜ, Hacettepe ve Ankara Üniversitesi üniversitelerinin öğrenci birlikleri gibi bir çok oluşumun katılımıyla gerçekleşti. Aşağıdaki resim, dönemin bir çok örgüt tarafından yürüyüşün duyurusu için duvarları süsleyen afişin bir resmi.



68 kuşağının en belirleyici özelliği anti-emperyalist duruşu ve eylemleriydi. Gençler, her fırsatta anti-emperyalist eylemler ve etkinlikler düzenliyor, halkta Türkiye'yi esir alma noktasına gelmiş emperyalizme karşı bir uyanış sağlamayı düşünüyorlardı. Bunun için de emperyalizmle savaşmış bir çok lider isim eylemlerin, afişlerin de simgesi odu. Önceleri Atatürk, daha sonraları sosyalist devrimciler Che, Lenin, Mao, ve elbette ki polis, asker, ya da egemenlerce kullanılan ismi malum örgütlerce öldürülen devrimci şehitler. Bu eylemler çok geçmeden halk tarafında da ciddi taban buldu.

İşte Samsun'dan Ankara'ya yapılan yürüyüşün de gayesi buydu. İşgalci İngiliz'i, Fransız'ı, Yunan'ı ülkeden defedebilmiş bir ulusun, işgalci Amerika'yı da defedebileceğini anımsatmak, bunu başaran Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da bu çağrının ışığı yapmaktı.

Yürüyüş sırasında Türkiye’de yer yerinden oynadı tabiki. Sağcı basın günlerce yürüyüşün ve yürüyüşçü gençlerin aleyhine propaganda yaptı. Demirel'in o meşhur "Yollar yürümekle aşınmaz" sözü bu yürüyüş için söylenmiştir.

Anıtkabir'e daha sonra ulaşan Deniz, Ata'nın şeref defteri'ne "Amerikan emperyalizmine karşı İkinci Kurtuluş Savaşımızda gerçekten izindeyiz. Milli Kurtuluş Savaşımız yok edilemez. Onu yok etmek için bütün Türk milletini yok etmek gerekir." şeklinde yazmış, arkadaşlarına "öğrenci olarak devrimci mücadeleye katılmak, Mustafa Kemal’in bize yüklediği bir görevdir. Dünyanın bütün gericileri bir araya gelseler, bu hakkımızı ve görevimizi elimizden alamayacaklardır" demiştir.


Resim yürüyüşten. Önde Türkiye bayrağını tutan genç Deniz Gezmiş. Zaten, o bayrağı taşımak anca Deniz’e giderdi. O dalgalar gibi boyuyla Deniz’e.

Yürüyüş daha ilk adımda polis engeliyle karşılaştı. Yürüyüşte yer alan bazı öğrenciler göz altına alındı, savcı karşısına çıkartıldı, yargılandı. Tek suçları ellerinde tuttukları Türkiye bayrağı ve "Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü" pankartıydı. Bu bile aslına bakılacak olursa o dönemin gençliğinin nasıl bir zulme uğradıklarının çok çarpıcı bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Düşünsenize, "sözde" Kemalist bir ideolojiyle yönetilen bir ülkenin polisi, savcısı, devrimci gençlerin bu çağrısına, başkaldırısına bile böylesine bir tepki verebilmişken, ilerleyen yıllarda daha da şekillenecek idealleri ve ideolojileri olan sosyal demokrasi için, sosyalizm için, tüm bunların üstünde bağımsızlık, hak, özgürlük, adalet, eşitlik gibi kavramları dile getirdikleri için yaptıkları demokratik eylemler sonucu gördükleri muameleleri, tecritleri, işkenceleri, hapis ve sürgünleri, hatta idamları kafalarda canlandırmak, sebeplendimek pek de zor değil. Uzun uzadıya değerlendirildiğinde, 12 Eylül'e giden sürecin analizinde başlangıç argümanı olarak da bu keyfi, haksız, anti-demokratik devlet uygulamalarının geldiğini söyleyebiliriz.

Devrimci öğrencilerin bu yürüyüş sebebiyle yargılandığı duruşmada gençlerle mahkeme başkanı arasındaki diyalog oldukça ilginç. "Burada yargılanan biz değil, Gazi Mustafa Kemal'dir" diyen bir öğrenciye mahkeme başkanı, "Burada bütün hakimlik sıfatımı ve titrimi bir kenara bırakarak belirtmek isterim ki, Türkiye'de hiç bir mahkemenin Atatürk'ü yargılamaya gücü ve yetkisi yoktur." demiştir. Mahkeme başkanı, yargı, devlet, polis, asker, her türlü uygulamalarında aslında birbiriyle çelişmekteydi o dönem.

Şimdi bu yazıyı yazmaktaki amaç, Denizler'in salt Atatürkçü olduğu sonucuna varmak ya da onları Kemalizm kalıbına sokmaya çalışmak falan değildir. Zaten böyle bir şey de yoktur. Ancak Denizler'in Atatürk'le bir alakası yok demek de en az bunun kadar yanlıştır. Deniz Gezmiş sosyalist düşüncede biriydi. İdam edilirken de son sözlerinden biri Marksizm ve Leninizm'nin yüce ideolojilerini övmek olmuştur. Bu ideolojik boyut olayını daha da açmak, anlaşılır kılmak ve Türkiye'ye uyarlamak gerekirse, 68 kuşağı Marksizm ve Leninizm'in proloter, halkçı, ezilenlerin haklarını koruma ruhunu ve sınıfsal ideolojisini ilke edinmiş, üstüne Atatürk'ün anti-emperyalist duruşunu şiar edinmiş birer Türkiye sosyalisti kuşağıydı diyebiliriz. Yani karma bir ideoloji mevzu bahis olan. Her ilerici devrimden feyz almışlar, ancak bazı art niyetli kişilerice suçlandıkları gibi hiç bir ülkeyi Türkiye'yi dönüştürme bazında rol model seçmemişlerdi. O dönem dünyada oluşan ABD-SSCB kamplaşmasında SSCB tarafı tutması beklenirken Deniz'in söylediği "Ben Amerikan emperyalizmine, Sovyet revizyonizmine, Romen soytarılığına, Bulgar dalkavukluğuna karşı bir Türk devrimcisiyim." sözü de bunu özetler nitelikte. Onlar da farkındalardı ki her ülkenin yarattığı sınıf da, ideoloji de coğrafyasına adapte olmuş birer uyarlamadır, karmadır. Sosyalizm Çin'de farklı cereyan etmiştir, Rusya'da farklı, Küba'da Latin Amerika'da farklı. Hitler'in, Mussolini'nin, Franco'nun totaliter düzeni işleyişleri farklıdır. İngiltere, Amerika, Fransa, İspanya, Portekiz gibi ülkeler sömürgeciliği, emperyalizmi farklı, evrilmiş şekilde kullanmıştır.

Burda önemli olan, bir kuşağın hangi amaçla yola çıktığının altını çizmektir. Her fırsatta Atatürk'ün arkasına sığınıp, Atatürk ismini kullanıp ülkenin içini boşaltan, hak yiyen, adalet dağıtamayan Kemalist zihniyet, Atatürk'ün bize verdiği ödevlerin hiç birini yerine getirmediği gibi, aksine onun devrimlerinin yolundan sapmış, emperyalistlerin silahla işgal edemedikleri toprakları ekonomik işgallerine uygun pozisyona sokmuş, buyur etmişlerdir.

Bu ilerici gençler bugünleri daha o günlerden görüp halkı uyarmaktayken, Atatürk ismine sığınan işbirlikçi egemenler, bu ilerici gençleri en büyük tehdit olarak görmüşler, bu uğurda polisiyle, askeriyle, topuyla tüfeğiyle bu gençlerin tepesine binmiş, sokaklarda "kontr" olarak kullanmak üzere sözde milliyetçi özde katil militan gruplar yaratmış, bunları silahlandırmış, kullanmış, ve işleri bittikten sonra kimisini bir kenara atmış, kimisini de derin devlet içine alarak ödüllendirmiştir. Elbetteki sol görüşte de yıllar geçtikçe, baskılar arttıkça, Deniz, Mahir, Sinan gibi kafa adamlar katiller tarafından katledilip hareket başsız kaldıkça kitleden uzaklaşma, amaçtan sapmalar oluştu. Faşizm silahlandıkça, terör örgütü halini aldıkça, sol da asıl ruhu olan hümanizmden, halktan kopma durumunda kaldı ve kimisi terör örgütü olarak sayılabilecek kadar uçuk noktalara ulaşan örgütler oluştu. Egemen güçlerin de istediği buydu, yani "şartların olgunlaşmasıydı", Sonunda 12 eylül'ün kanlı yüzüyle kurulan, Amerika'nın istediği neo-liberalizm sosunun serpilmesi oluşan yeni Türkiye vücut buldu, günümüze kadar da ulaştı.



Konumuza dönecek olursak,

Deniz ve Hüseyin'le birlikte 6 mayıs 1972'de ölümsüzleşen Yusuf Arslan'ın kaleme aldığı söylenen yürüyüşe davet metni şu şekilde:

Büyük Türk milleti!

Atatürk için toplanalım!

Mustafa Kemal'in milli kurtuluş idealini yaşatmak için,

Mustafa Kemal devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için,

Milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için,

Tam bağımsız geçekten demokratik türkiye için,

Gazi Mustafa Kemal'in milli kurtuluşçu saflarında toplanalım.!

Yaşasın Türkiye! Yaşasın yarının bağımsız Türkiye'si için mücadele!


Bu metni bugün aynen, noktasına virgülüne dokunmadan kopyalayıp yeni bir Samsun-Ankara yürüyüşü düzenlenmesi mümkün müdür ? Mümkündür. Şart mıdır ? Her geçen gün biraz daha şart olmaktadır ! Demekki bundan 40 sene önce bugünleri gören gençler doğru şeyleri görmüşler, ama ne yazıkki milletçe dönüp dolaşıp 40 senedir aynı yerde kalmış, ilerleyememişiz.

Bugünkü yönetim ve gidişat beni her ne kadar umutsuzluğa itse de, ilerici öğrenci hareketlerinin yeniden canlanması bir o kadar da umutlandırıyor, "biz bitmedik" dedirtiyor. Polisin aşırı güç kullanması öğrencilerden hala ne kadar korktuklarının bir göstergesi. Tek temennim, 80 sonrası bilinçli bir şekilde apolitize edilmiş, okumayan ama seyreden milletimin popüler kültür ürünü de olsa bu dizilerden bir şekilde etkilenip, bu gerçekleri merak edip bu metin ya da benzeri gerçekleri araştırmaları, araştırdıkça geçmişte yaşananların analizini doğru yapmaları, kimin vatansever kimin vatan hini olduğunu görebilmeleri. Unutulmamalıdır ki, geçmişini bilmeyen bir neslin geleceği de parlak olmaz. Artık şu karanlık geleceği parlatmanın zamanı geldi.

14 Ocak 2011 Cuma

Yıl 2021 - Bir Liberalin Notları

Bugün 17 Ocak 2021. Soğuk ama keyifli bir İstanbul sabahında, iş yerimde pazartesi sendromunu elimde sıcak bir fincan çayla bastırırken yazıyorum bu yazıyı.

Türkiye yeni bir döneme giriyor. Demokratikleşme hareketleri, ülkenin her kademesinde ciddi bir şekilde hissedilmekte ve bu benim gibi demokrasi aşığı liberal aydınların oldukça takdirini kazanmakta. Elbetteki eleştirdiğimiz noktaları da var bu hareketin, ancak ben demokrat bir aydın olarak gidişattan memnunum.

Bildiğiniz gibi, 2016 genel seçimleriyle birlikte Adil ve Yükselen Parti Türkiye'de tek başına iktidar oldu. Halkın teveccühünü kısa zamanda kazananan bu parti, geçen haftaki genel seçimleri de %40'lık oy oranıyla kazanıp tek başına iktidar yürüyüşünü sürdürdü. Ciddi reformlar yaptılar, anayasanın bir çok maddesini değiştirip daha sivil bir anayasa haline getirdiler. Gerçi hala 1982 cunta anayasası devam etse de, bu değişiklikler oldukça önemli. Elbette yeni bir anayasa bu ülke için şarttır ve olacaktır, bunun için bu hükümeti sonuna kadar desteklemeli ve yürüyüşlerine köstek olmamalıyız.

Bundan 10 sene önce, Türkiye şeriata gidiyor diye ağlayanların hepsi bugün sus pus durumdalar. Gidişattan oldukça memnun görünmekteler. Çatlak ses yok mu, elbette ki var. O günlerin laiklik elden gidiyorcularının yerini bugün din elden gidiyorcular almış durumda. bakın çok açık söylüyorum, her iki ses de yanlış, dış güç odaklı ve Türkiye'yi demokrasi yürüyüşünden alıkoymaya yönelik kasıtlı seslerdir. Dilerseniz bugün bir kısım statükocunun isyan ettiği şu değişiklikleri madde madde ele alalım.

Neymiş efendim Kuran kursuna gitme yaşı 24'e çıkartılmış, böyle şey olmazmış. Bu hükümet bunu neden yaptı kimse sormuyor. Kuran kursuna çocuk yaşta gitmek, dini kendi dilinde öğrenmeden yabancı bir dilde öğrenmek, ve Arapça'nın kafa karıştırıcı dil yapısının genç beyinleri kötü etkilediği pedagojik olarak kanıtlandı, başbakanlığa bağlı bir çok kurum da bunu doğruladı. Bunun üstüne yürütülen tartışmaların hepsi ezber tekrarlayan, bayağı, seviyesiz tartışmalardır.

Oruç tutan şehirlerin haritasının çıkartılması da tartışıldı. Dindarlar fişleniyor diye merkez medya çarşaf çarşaf yazılar yazdı. Başbakan yardımcısının "biz oruç tutan şehirleri belirleyerek ramazan aylarında o bölgelerde daha çok erzak stoklamayı planlıyoruz" demecini kaale alan bile olmadı.

Devletin her yıl düzenli olarak ayırdığı Hacca gidecekler kontenjanının düşürülmesinin sebebi de tamamen ülkede dövizin azalmasıdır. Ama bu konuya da art niyetli çevreler yanlış aksettirip halkı galeyana getirmek için kullandılar, kullanıyorlar.

Camilerdeki ezan sesinin kısılması gelince. Bu Avrupa Birliği uyum yasalarının şart koştuğu bir zorunluluktur, 2050 yılında inşallah AB'ye tam üye olacağız bunu AB dönem başkanı da açıkladı, zaten ülke genelinde sayısı gereksiz yere fazla olan camilerin imamlarının aynı anda günde 5 vakit ezan okumaya başlaması inanılmaz bir gürültü kirliliği yaratıyordu. Buna bu güne kadar ilkeli olarak hiç bir siyasetçi el atamamıştı, ama AYP hükümeti, oy kaygısı olmaksızın bu konuya da el attı ve ezan seslerinin desibel miktarını AB normlarına çekti. Sanki ezanlar kesildi gibi bir hava yaratılıyor !

Başbakan yoğun baskı altında ama görevini yerine getiriyor. Her sözüne bir kulp takma çabası hakim. Geçenlerde İzmir Karşıyaka'daki Çatladıkapı Türbesi için "o ucube türbe de yıkılacak" dedi diye yine sanal bir gündem oluştu. Halbuki türbe, o bölgedeki doğal görüntüyü kötü etkilemekte bu çok açık. Türbenin boyutlarının ve şeklinin nasıl olacağına karar vermek için İlahiyat Fakültesi de bitirmeye gerek yok. Üstelik türbenin altında tarihi eser var. Açıklamalara göre Kayseri Belediye Başkanı türbeye talipmiş, buyursunlar alsınlar.

Tüm bunlardan önemlisi de Dandanakan Soruşturması adı altında, devlet içinde kümelenmiş illegal oluşumları açığa çıkartıp, hükümeti yıpratmaya, manipüle etmeye, darbe ortamı hazırlamaya çalışan bu Dandanakan Terör Örgütü'nün üzerine gidilmesidir. Geçmişte devlet, askeriye, bürokrasi ve medya içerisinde rol almış bir çok insanın bu örgüte üye olduğu, gizli ses kayıtlarıyla, belgelerle ortaya çıktı. Şunu tekrardan açıkça ifade etmek istiyorum, Dandanakan Terör örgütü gibi oluşumlar Türkiye'nin demokratikleşme sürecinin önündeki en büyük engellerdir. Muhalefet, hükümetle beraber çalışıp bu örgütün ortaya çıkıp yargılanmasını isteyeceğine, siyasal rant peşinde koşmakta ve statükocu bir tavır takınmaktadır. Ancak hükümetin dik ve kararlı duruşu bir çok vatansever gibi benim de içimi rahatlatmakta.

Elbette yanlış uygulamalar da var, bunları da eleştiriyoruz. Mesela yine geçenlerde hükümeti protesto eden bir grup gence karşı polisin uyguladığı orantısız güç ve 19 yaşında türbanlı bir kızın polis tekmesiyle çocuğunu düşürmesi hepimizi üzdü. Her ne kadar bu kızımızın imam nikahlı evli olduğu ortaya çıkmış olsa da, burda sorumluluk sahibi kişilerin bu tarz olaylara karşı daha duyarlı yaklaşması gerekiyor. Ayrıca Süleymaniye Camiine yapılan baskında çocuğuyla camiye giden 2 babanın kimlik bilgilerinin alınması da -her ne kadar yoldaş medya bunu fişleme olarak gösterme çabaları komik bile olsa- doğru bulmuyorum.

Ayrıca tüm bu hengamenin içinde benzinin litresinin 11,5 lira olması, artan üniversiteli işsizlik sorunu, kamu mallarının yabancı sermayelere ederinden ucuz fiyata satılması meseleleri de elbette eleştirilmelidir, ama tüm bunlar, demokratikleşme sürecini baltalamamalı, dünyada yeni bir denge unsuru olma adayı olan Türkiye'nin önünü tıkamamalıdır.

Şimdi beni bazı internet sitelerinde, forumlarda kimi art niyetli kişiler, muhalefet yanlısı kalemler, hatta bazı meslektaşlarım, hükümet yalakası olmakla suçluyor. Geçmişte dindar kesimin haklarını savunurken bugün hükümetin dümen suyuna gittiğimi ileri sürüyorlar. Onlar istediklerini söylesinler. Bundan 10 yıl önceki hükümetin yaptıkları ne kadar doğru ve demokratikleşme yönünde adımlarsa, bugünkiler de öyledir. Ben ve benim gibi düşünen arkadaşlarımın içindeki demokratik Türkiye aşkı, bu kendini bilmez, kendilerini bu ülkenin sahibi olarak gören 3-5 kişinin asılsız suçlamalarıyla sönmez. Ben halkın sesi olmaya, doğruları yazmaya, güçlünün değil ezilenin yanında yer almaya devam edeceğim. Değişmeyen tek şey değişimdir. Ama beni değiştiremeyeceksiniz. Ben bir liberalim.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Yoğunum, Yoğunsun, YOĞUN



Son dönemlerde çok istememe, ve hatta yazacak çok şeyim olmasına rağmen yazı yazmaya zaman bulamıyorum. Yılbaşı hengamesinin üstüne bir yandan yüksek lisans finalleri, projeleri ve uykusuz geceleri, diğer yandan görev tanımı değişmiş ve genişlemiş, anlamlandırılmayı bekleyen yeni iş, az biraz da temiz hava bol güneş derken yazı yazmaya zaman kalmadı bu aralıkta. Yarın da iş sebebiyle sabahın erken saatlerinde 3 günlüğüne Ankara'ya uçuyorum. Ordan illaki bir "Perchemio Ankara'dan bildiriyor" tadında bir yazı gelecek o Allah'ın emri, ama son tahlilde bu hafta da hakettiği ilgiyi veremeyeceğim gibi bloga.

Yoksa tarihte heykeli put gören, sanatı günah sayan ve yasaklayan zihniyetin torunlarının (malesef bugün ülkemi yönetiyorlar) kalkıp insanlık anıtına ucube demesine elbet ucubece verilecek iki satır cevap vardı.

Ya da biz Türkiye gençlerine yıllardır tarih kitaplarında fütursuzca ve olabildiğine övülen, kahramanlık hikayeleri çarşaf çarşaf gerilirken barbarlık hikayeleri örtbas edilen, reşit bile olmayan körpe "ecnebi savaş ganimeti" kızları saray içi loş odalarda, bindirilmiş kıtalarda gündüz toplayıp gece koynuna alan ve ülke yöneten "şanlı geçmişimizin" bir TV dizisinde resmedilmesine (o da azıcık ucundan) karşı oluşan memleketimin "tastikli riyakar refleksine" elbet biraz dokundururdum. Neyse yine boş durmadık yazdık işte bir şeyler.

Haftasonu görüşmek üzere.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Sırbistan ve Osman Paşa



Sırbistan da, bir çok medeni ülke gibi, 1 Ocak 2011 tarihi itibariyle zorunlu askerlik hizmetini kaldırdı. Avrupa'nın, Balkanların belki de en savaşan ve asi milletlerinden birinin böyle bir karar alabilmesi takdir gerektirir.

Aslında Sırbistan'ı tebrik edip, darısı bir gün bizim başımıza deyip yazıyı kapatmayı düşünüyordum, çünkü ilerleyen zamanlarda zaten Türkiye'de askerlikle, bilhassa zorunlu askerlikle ilgili çok uzun bir analiz yazmayı düşünüyorum. Ama bu gece, az önce biten bir programdan arta kalanları dökmek geldi içimden. Osman Pamukoğlu, bir TV programında partisi iktidara geldiğinde yapacaklarını anlattı.

Osman Pamukoğlu komik bir adam. İlk zamanlar kızıyordum, hatta sövüyordum kendisine, Türk bölücüsü olduğunu düşünüyordum. Aslında fikrim değişmedi, ama esas hakkında mütalaam değişti.

Osman Paşa kızılması değil, biraz gülünmesi, biraz üzülünmesi, biraz da acınması gereken bir insan. Ciddiye alınacak bir tarafı yok. Sanırım askerlik döneminde geçirdiği travmalar kendisinde kalıcı hasarlar bırakmış. Bugün Ergenekon'dan ya da Balyoz'dan dolayı yargılanan durumunda olmayıp dışarda gezebilmesinin sebebi de bu bence. Zira akli dengesi yerinde olsa, kurduğu iki cümleden biri anayasal suç.

Her ne kadar askeri vesayetin Türkiye üzerinde oldukça güçlü olduğu günlerde (1980 sonrası, 1990'lar) askerlik yapmış olsa da, herhangi bir darbe içinde aktif rol de alamamış bir asker olarak sanırım bazı şeyler de içinde ukte kalmış olmalı. Orduevlerinde, anacıklarının vatan koruması için bağrına taş basarak kendilerine emanet ettikleri erbaşa emir verip donattırdığı rakı masalarında, devre arkadaşlarıyla muhtemelen hayal ettiği ama yapamadığı şeyleri ve sapkın düşünceleri kurduğu partinin tüzüğüne zerketmiş.

Terörü nasıl bitireceğinden tutun, ülke dış politikasına kadar bir çok konuda sonu bir sürü "böyle olacak, böyle yapacağız" ile biten şeylerden bahsetti. Bir yanım "yok artık, daha neler" derken diğer yanım "Osman Paşa'dır, ne yapsa yeridir" diye teskin etti öbür tarafımı. Dediklerini bir gün yapmaya yeltenen çıksa Ermeni Soykırımı'ndan sonra nur topu gibi bir "Kürt Soykırımı" sorunumuz olur. Zaten sunucunun "peki bu parti programıyla Güney Doğu'dan nasıl oy alacaksınız ?" sorusuna verdiği cevap bile yeterli. "Yani şimdi Güneydoğu'da ne kadar oy var ki zaten..."

"Askerlik benim iktidarımda 6 ay ile 9 ay arasında bir süre olacak, herkese de aynı sürede olacak. Asker için çürük raporu alanların hepsini bir bir özel tıp merkezlerinde tekrardan kontrol ettireceğiz, bunları dağlara ve sınır vilayetlere vereceğiz."

Cunta manfestosu gibi, maşallah.

Sorun şu, Osman Pamukoğlu ve zihniyeti ciddiye alınmaz evet, ama bu ülkede bu ciddiye alınmayacak zihniyete sahip ciddi bir grup insan var, ve bu da bu ülke için ciddi bir sorun. Zaten bugün hala bu tarz kısır tartışmalar ekseninde dönmemizin ve gerçek sorunlarımıza odaklanamamamızın sebebi, bu kafa yapısındaki insanların ülke geleceğinde azımsanmayacak bir yer işgal etmesi. Alem pilotsuz uçaklar uçururken, bilek gücünü beyin gücüne, kalabalık kafa sayılı orduları teknolojik ordulara devrederken, 3. dünya ülkeleri hariç zorunlu askerlik hizmeti hemen hemen miyadını yıllar önce doldurmuşken, bu ülkede hala okumuş, vatanına milletine de okuduğu, ihtisasını aldığı konu üzerinde fayda sağlayacak parlak beyinlerin geleceği, kaç ay askerlik yapsın, acaba biraz daha uzasın mı şeklinde tartışıyor, masaya yatırılıyor. Taze beyinlerin kalemi bırakıp zorla silaha sarılması isteniyor, şiddet, militarizm kutsanıyor. Şiddet şiddeti körüklüyor, bu zihniyet terörü de besliyor. Bu bayat siyaseti sözde ileri demokrasi bayraktarı başbakan da yapıyor, Osman Pamukoğlu da. Milletimizin gözü açık olsun artık, yemesin bu 20. yüzyıl popülistlerinin laflamalarını, kokuşmuş siyasetlerini.

Katil Milosevic'in ardılı Sırbistan bile adam oldu, noolcak bu Osman Paşa ve türevlerinin hali ?

Rodrigo'nun Gitar Konçertosu



Tek kelimeyle bir şaheser, ama hikayesini bilip dinleyene acıdan başka bir şey vermez. Hele dinlerken bir de yanında demli bir bardak çay varsa...

4 Ocak 2011 Salı

Bu Hafta Vizyona Girecekler


Eyyvah Eyvah 2
Ocak 2011'de seyirciyle buluşacak olan 'Eyvah Eyvah 2'nin Geyikli ve Bozcaada'da başlayan çekimlerinin tamamı Kuzey Ege'de gerçekleşecek. İlk filmde aşık olduğu kızı (Özge Borak Şakrak) istemek için Firuzan ile (Demet Akbağ) Geyikli'ye doğru yola çıkan Hüseyin'i (Ata Demirer) Eyvah Eyvah 2'de de binbir macera bekliyor.

Burlesque
Küçük bir kasabadan Los Angelas'ta yaşamak üzere ayrılan Ali, geçmişini geride bırakmak istemektedir. Oldukça güçlü bir sesi olan Ali, şehrin en önemli klüplerinden biri olan Burlesque Lounge'ta çalışmaya başlar. Garson olarak işe başlayan Ali, sahnede olmayı istemektedir. O an mali ve kişisel problemlerle çalkalanan klüpte, işletmeciliği yürüten Tess bir çıkış yolu aramaktadır. Tess klüp için de iyi olacağını düşündüğünden Ali'ye destek olur.

Ali sesi ile herkesi büyülemiştir, bir anda hem kendisi hem de klüp gözde bir hal alır. Elbette bu kıskançlık ve rekabeti de beraberinde getirecektir.


London Boulevard
Hapisten yeni çıkmış olan Mitchel acımasız bir adam olmakla beraber hayatını bir düzene sokmak istemekte, doğru kadınla tanışıp evlenmek gibi hayaller de kurmakta olan garip bir adamdır. Hapisten çıkar çıkmaz kendisine usûlsüz teklifler gelmeye başlar fakat o bu teklifleri reddeder. Tüm bu tekliflerin yerine ünlü bir oyuncunun çanta taşıyıcısı olmaya karar verir. Derken hayatının kadınıyla da tanışır Mitchel ama “geçmişi onun peşini bırakmaz”. O da hayatını geri kazanmak için içindeki canavarı uyandırmakta hiçbir beis görmez.


Hür Adam
Film Said-i Nursî'nin 40-70 yaş arasındaki dönemini anlatacak.

Child's Eye (3d)
Siyasi Kargaşa ve huzursuzluk sonucu Bankong Havaalanı Uçuşlara kapatılır.Bir grup gezgin bu nedenle bir otelde konaklamak zorunda kalır. Pek de iyi bir geçmişi olmayan bu eski otelde dogaüstü olaylar gelişmeye başlar.


The Nutcracker In 3d
Alkışlanan Rus yönetmen Andrei Konchalovsky'nin hayal itibaren Fındıkkıran'ın aziz hikaye muhteşem 3D hayat bu tatil sezonunda getirilecek. Fındıkkıran Olan Donuk Viyana Noel aniden sevgili amca Albert (Nathan Lane) ve Büyülü Bir fındıkkıran Paylaşmak başkalarıyla hediye Varış aşağıdaki heyecan ve MACERA İstek desteklenmiyor Dokuz yaşındaki Mary (Elle Fanning) izler IN 3D. 3D IN Fındıkkıran olan donuk Viyana Noel aniden sevgili amca Albert (Nathan Lane) ve büyülü bir fındıkkıran onun hediye varış aşağıdaki heyecan ve macera dolu dokuz yaşındaki Mary (Elle Fanning) izler. Yılbaşı gecesi, Mary Yeni ARKADAŞ, Fındıkkıran (Charlie Rowe) veya "NC," hayat buluyor ve Hayata periler, sugarplums Paylaşmak başkalarıyla Büyülü dünyasına Harika Bir Yolculuk ve diger Noel oyuncaklar ONU Alirıza. Yılbaşı gecesi, Mary yeni arkadaş, Fındıkkıran (Charlie Rowe) veya "NC," hayat buluyor ve hayata periler, sugarplums onun büyülü dünyasına harika bir yolculuk ve diğer Noel oyuncaklar onu alır. Mary yakında met Hayali krallık (Frances de la Tour) Kotu Rat King (John Turturro) ve dolambaçlı annesinin acımasız kuralı tehlikeye karsı karşıya olduğunun farkına varır. Mary yakında bu hayali krallık (Frances de la Tour) kötü Rat King (John Turturro) ve dolambaçlı annesinin acımasız kuralı tehlikeye karşı karşıya olduğunun farkına varır. NC rehin alındığında, Mary ve Paylaşmak başkalarıyla keşfedilen oyuncak ARKADAŞ NC ve Paylaşmak başkalarıyla krallığını kurtarmak icin Rat King Sırrı ortaya çıkarmak gerekir. NC rehin alındığında, Mary ve onun newfound oyuncak arkadaş NC ve onun krallığını kurtarmak için Rat King sırrı ortaya çıkarmak gerekir. IKONIK balya icin müzik oluşturmak icin alkışlanan Rus besteci Piotr Tchaikovsky ilham hikayesinden uyarlanmıştır, Filmin Oscar ödüllü yazarı ve librettist Sir Tim Rice (The Lion King, Evita, Jesus Christ Superstar) tarafından kaleme alınan Sekiz heyecan verici Yeni şarkı da bulunmaktadır. ikonik bale için müzik oluşturmak için alkışlanan Rus besteci Piotr Tchaikovsky ilham hikayesinden uyarlanmıştır, filmin Oscar ödüllü yazarı ve librettist Sir Tim Rice (The Lion King, Evita, Jesus Christ Superstar) tarafından kaleme alınan sekiz heyecan verici yeni şarkı da bulunmaktadır.


kaynak:www.sinemalar.com

Seyrantepe'de Atkılar Açılmış Samanyolu Başlamış



Bugün Külüpler Birliği, Toplu Konut İdaresi tarafından Seyrantepe'de inşa edilen ve önümüzdeki günlerde Galatasaray Spor Kulübü'ne teslim edilip açılışı yapılacak olan Türk Telekom Arena Stadyumu'nu gezdi. Süper Lig takımlarının başkanları tam kadro yeni yapılan stadyumu turladılar. Stadyum gezisi esnasında stadyumun inşaatında görevli iki işçi kendi takımlarının atkılarını açmış, birinin elinde Galatasaray, diğerinin elinde Fenerbahçe atkısıyla basına pozlarını vermişler. Ortaya da böyle bir görüntü çıkmış. Muhtemelen arkadaş olan iki işçinin bu dostluk görüntüsünden bile rahatsız olanlar olmuş tabi, stadyumun güvenlik görevlileri Fenerbahçe atkısını işçinin elinden çekerek almış.

İşçi kardeşe selamlar. Sağlık olsun, gecikmeli bir sansüre takılsa da atkı arz-ı endam etmiş bir kere. Belki de içinden ilk samanyolunu da mırıldanmıştır.

Atkı da orjinal, lisanslı Fenerium atkısı, belli ki çalışılmış bir organizasyon :)

2 Ocak 2011 Pazar

Europe According To ...

Bulgarlara göre Avrupa


Ruslara göre Avrupa

İsviçrelilere göre Avrupa


İngilizlere göre Avrupa


İtalyanlara göre Avrupa


Almanlara göre Avrupa


Fransızlara göre Avrupa



Amerikalılara göre Avrupa




TÜRKLERE GÖRE AVRUPA



Oldukça hoş çalışmalar olmuş.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Onurlu Bolivya Halkı



Bolivya hükümeti, geçtiğimiz günlerde benzin fiyatlarına zam yapmış, ve Bolivya'da benzinin litresi TL cinsinden 1,5 TL'ye ulaşmıştı.

Bolivya'da deyim yerindeyse yer yerinden oynadı. Taşımacılık sektöründe grevlere gidildi, başkent La Paz’da toplanan binlerce kişi Devlet Başkanlığı ikametgahına yürümek istedi, polisle çatıştılar, ciddi olaylar çıktı. Cochabamba, Santa Cruz ve Oruro kentlerinde de gösteriler düzenlendi. Halk, Devlet Başkanı Evo Morales aleyhinde sloganlar attı, Morales’i ihanetle suçladı.



Bugün yapılan açıklamada, hükümet benzin zamlarını iptal ettiğini açıklamış. Başkan Morales, ülkeyi halkın istekleri doğrultusunda yöneteceğine söz verdiğini, bu doğrultuda zammı iptal ettiğini söylemiş. Kısacası halkın tepkisi ve resti karşısında hükümet geri adım atmak zorunda kalmış.

Geçen günlerde benzer bir olay Avustralya'da da olmuş, orda da hükümet zammı geri çekmek durumunda kalmıştı. Tabi burdaki olaylardaki şiddet Avustralya'da yoktu, Güney Amerika halklarının ruhundaki asiliği de göz önünde bulundurmak lazım.

Akaryakıtın litresi 1,5 liraya çıkınca bile ortalığı yakıp yıkan, protestolarla grevlerle ülkeyi ayağa kaldıran, hükümete boyun eğdiren, sosyal bilincini köküne kadar muhafaza etmiş halk bir yana, litresi 4 liraya çıkmasına rağmen gıkını çıkartmayan, boyun eğen, içi boşaltılmış, sosyal bilincini yitirmiş halk diğer yana.

Devlet halkı için vardır, halk devleti için değil.

Onurlu Bolivya halkına selam olsun.