25 Aralık 2010 Cumartesi

Kürt Sorunu Üzerine

Türkiye'de bugünlerde iki dil konusu tartışılıyor. Aslında talep edilen ve tartışmaya açılması gereken konu, Türkiye'de Türk halkı dışındaki diğer halkların anadilleri başta olmak üzere diğer haklarından adil ve demokratik bir şekilde faydalanması. Ancak olay suni bir biçimde evrildi ve resmi iki dilin olmasına yönelik bir talep varmışcasına değerlendirilmeye ve teatri edilmeye başlandı. Bu saçmalıkla insanların aklı nasıl bulandırılıyor inanılır gibi değil. Böyle bir talep benim okuduğum, izlediğim ve gözlemlediğim kadarıyla hiç bir çevrede yok, ne Kürt kesiminde, ne onları temsil ettiğini iddia eden DTP'de, ne entellektüel çevrelerde, ne Türkler'de ne de başka bir kesimde. Hatta ve hatta PKK bile böyle bir talep öne sürmüyor !

İnanılmaz bir dezenformasyon yaratılıyor ülke basını tarafından. Bırakın ülkemizi, dünyada bile resmi olarak birden fazla dili olan ülke sayısı çok çok az. (Bu konuya birazdan tekrar değineceğim.) Bana göre "bazı şoven çevrelerce" yanlış konuşulması, anafikrinin ıskalanması isteniyor bu meselenin. İsteniyor ki kitlelerdeki milliyetçilik damarlarını kabarsın, Türkiye'deki demokratikleşme süreci baltalansın, bir kaos ortamı yaratılsın, bunların istendiğini adım gibi biliyorum. Çünkü bu ucuz numaralar daha önceden de sıkça denendi. Bunları isteyenler o bölgenin arı kovanı olarak kalmasını isteyen, barışı istemeyen, Türkiye'nin önünün açılmasını istemeyen devlet ve ordu içi illegal çeteler ve PKK'dır. Zaten bu örgütler yaklaşık 20 senedir beraber hareket ediyor ve uygulamalarını birlikte harekete geçiriyorlar.

AKP'de bu oyuna barışı isteyen sosyal demokrat bir oyuncu gibi katılıp, açılım adı altında o bölge insanının oyunu alma politikasını gütmüş, ama senelerdir açılımın içini dolduramayıp sorunu da uydurduğu açılımı da cami avlusuna bırakılan bir çocuk gibi ortada bırakmıştır. Bugün milletvekili ya da bakan bazında yapılan açıklamalara bakıldığında, AKP'nin Kürt sorununu çözümünde samimi olmadığı ve sorunu çözemeyeceği kesinlik kazanmıştır.

Türkiye'de gayrı resmi kayıtlara göre nufüs sayısı şu anda 75 milyon. Bu nüfusun 55 milyonluk kesiminin Türk orijinli olduğu öngörülüyor. Kürt kökenli yurttaşlarımız 15 milyonla ifade edilirken geri kalan nüfus Laz, Çerkez, Ermeni, Abaza, Arap, Gürcü, Boşnak, Süryani gibi diğer etnik kesimden yurttaşlarımızın. Şimdi, bu sayıları baz aldığımızda çok basit bir formülle şu sonuç çıkıyor ortaya, Türkiye nüfusunun bugün %20'lik kısmı Kürt kökenli Türkiyeli yurttaşlarımızdan oluşmakta. Hal böyle olunca da Kürt varlığını kabul etmenin çok ötesinde şeyleri konuşmanın zamanının da geldiği artık evrensel insan haklarının gerekliliği halini almış durumda. Çünkü bu derece bir nüfusa sahip olup bunun ters orantısında bu derece az hakka sahip olan başka bir etnik grup yok dünya üzerinde. Ben bir Türk olarak bu görüşü savunuyorum.

Bugünkü durumu sağlıklı irdeleyebilmek için geçmişte yaşananları ortaya koymak, hatırlatmak gerek. Böylece hem bugünkü konumumuzu görmek, hem de gelecekte neler yapılabileceğini tahlil etmek mümkün olacaktır. Evet bugünkü durum düne nazaran çok ama çok daha iyi. Geçmişe kısa bir yolculuk yaptığımızda bu konuyla ilgili hatrımıza gelen şeylerin hemen tümü tüyleri diken diken edici şeyler.

Çok da geçmişe gitmeyelim. 12 Mart 1971 cuntası döneminde, içlerinde Deniz Gezmişler'in de bulunduğu grubun yargılanması aşamasında askeri cuntanın oluşturduğu anti demokatik ve anti hukuki sıkıyönetim mahkemelerinin askeri savcısı tarafından okunan iddianameden kısa bir kesit :

"(Yargılanan zanlılara hitaben)... Etnik yönden bütünlük arzeden Türk milleti bölünmek isteniyordu. Ki iktisaden geri kalmışlığımızı bu yönden de istismar ediyorlardı. Yani Türkiye'de halklar olduğunu iddia ediyorlardı. Çok eski devirlerde devlet ricali ve ulemanın, köylü ve cahillere Türk dediği gibi, Türklük anlaşıldıktan sonra, aslen Oğuz Boyları'ndan oldukları bilim adamlarınca da kabul edilmiş, ve Fars dilinin etkisinde kalmış bazı vatandaşlarımıza Kürt denilerek hakir görülmektedir."

Bu sözleri eden kişi Baki Tuğ. Dönemin sıkıyönetiminin askeri savcısı. Daha sonra politikaya da atılmış, AP, DYP, BBP gibi partilerde siyaset yapmış, milletvekili hattakısa bir dönem bakan da olmuş bir kişi. İddianamesinde geçen bölümü koymamın sebebi de o dönemki siyasi iktidarda ve askeri vesayette hakim olan zihniyeti gözler önüne sermek. Bırakın Kürtçe'yi, Kürtler'in haklarını, Kürt diye bir ırk olduğunu bile kabul etmeyen, edenin de vatan haini olarak yargılayan zavallı bir zihniyet o günlerde hakim. Kürt isminin dağlardaki kart kurt sesinden esinlenerek uydurulduğunu söyleyen devle adamlarını da gördü bu ülke. 12 Eylül sonrası güdülen politikalar, yasaklar, uygulanan akıl almaz fiziki ve psikolojik işkencelerin ise Baki Tuğ ve dönemin zihniyetini bile aratır nitelikte olması işin daha da acı bir boyutu. Zaten PKK örgütünün çıkış noktası da 12 Eylül faşizmidir, Diyarbakır cezaevidir, bok içinde yerlerde çıplak gezdirilen, ağızlarına canlı fare sokulan insanlardır. PKK'nın çıkışını meşrulaştırma gibi bir gayem elbette yok, aksine bugünkü PKK barış sürecini batalayan, kaos ortamının devamını isteyen bir yapıda. Ancak PKK'ya ve eylemlerine akıl sır erdirmek ne derece imkansızsa, o dönemlerde yaşananlara ve uygulanan politikalara da akıl sır erdirmek aynı ölçüde imkansız. Bunca şerefsizce uygulamaya tabi tutulan, aşağılanan, kimliği yok sayılan, hakir görülen, işkencelere tabi tutlan insanların bir gün o hapisten çıkınca neler yapacağını düşünmeyenler Mustafa Kemal'in askeri falan değildir. Ortada bir vatan hainliği varsa o da bunlarındır.

Halbuki 1. TBMM kararlarında Kürt ırkı Türkiye'yi kuran etnik gruplardan biri olarak görülmüş, Kurtuluş Savaşı'nda Türkler'in ve Kürtler'in omuz omuza savaştıkları belirtilmiş ve Misak-ı Milli sınırları içinde Türk ve Kürt kavmi olmak üzere iki kardeş kavmin yaşadığı net bir biçimde ifade edilmiştir. Ne oldu da o günlerde kabul edilen gerçekler, cumhuriyetin ilan edilmesinden sonraki dönemlerde yok sayıldı, Türk asmilasyonu politikası güdüldü, bu da aslen Kürt kökenli, ama özünde Türk milliyetçisi bir asker olan İsmet İnönü'nün 1935 yılında hazırladığı Kürt raporunda yer alan maddelerde saklı.

"Türkler'le Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır."

"Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır."

"Mardin vilayetinden çıkarılacak Hıristiyan ve Arapların yerlerini Kürtler derhal dolduracaklardır. Bu hal bizim için pek zararlıdır."

"Van halkı derlemedir. Bütün halkın ümidi devletin göstereceği ilgidedir. Sağlam bünyeli şarkta Cumhuriyetin çok önemli bir temeli olacaktır. Böyle bir temel Türk hakimiyeti için her bakımdan lazımdır."

"Bitlis, Hizan ve Mutki arasında suni olarak daima devlet kuvveti ile vücuda getirilmiş bir Türk merkezidir. Bitlis olmasaydı bizim onu yaratmamız gerekecekti."


Bunu gibi daha bir çok mide bulandırıcı madde, Türkiye'nin 1930'larda yapmış olduğu ve yıllardır bizim terör illetiyle başımızı ağrıtan seçimin belgeli göstergesi : Asimilasyon. Halbuki uzağa gitmeden, Türkiye Cumhuriyeti'nin önceli Osmanlı Devleti'nin uyguladığı sayılı doğru politikardan olan bölgelerde yaşayan halkların etnik kimliklerine ve dini seçimlerine hoşgörüsü bizim yeni cumhurietimizin de politikası olabilseydi, bugün ne Kürt sorunundan bahsediyor olurduk ne de terörden, ne ezilmiş halklardan en de bunu sömürmeye uğraşan fırsat avcılarından, her şeyden önemlisi bir hiç uğruna şehit olan binlerce gencimizden ve gözü yaşlı annelerimizden.

O günlere geri gidemeyeceğimize ve yanlışları düzeltemeyeceğimize göre, bu günden sonra neler yapabiliriz bunu konuşmalıyız. AKP'nin oy için demokratçılık oynadığı artık net bir biçimde ortaya çıkmışken, ülkenin öyle ya da böyle girmiş olduğu yoldan geri dönülmemeli. Bu yolda elbette bir bütün olarak düşülmeli, merdivenler üçe beşer çıkılmamalı, kamu vicdanı bu tarz hassas bir konuda asla incitilmemeli, her iki tarafta da fırsat kollayan faşistlere imkan verilmemeli. Her iki taraftan derken, bu ülkede Kürt bölücülüğü haklı olarak suç sayılırken Türk bölücülüğü kanunlarca hala meşru durumda. Osman Pamukoğlu gibi Türk bölücüleri kalkıp Kurtuluş Savaşı'nı biz tek başımıza kazandık onlar yoktu diyebiliyor. Bu insanların yaptırıma tabi olması gerek. Tabi karşı tarafın sıkı duvarlarını da kırmanın elzem olduğu gerçeği var, silahlar bırakılmalı diyen belediye başkanına hapisten had bildiren, eş başkan atayan, karanlık bir yapı mevcut yıkılması gereken.

Daha sonra yapılacak, Osmanlı'nın da içinde bulunduğu birden fazla etnik kimliğe sahip ülkelerin nasıl politikalar uyguldıkları, bir yapı oluşturduklarının incelenmesi ve ülkemiz için en doğru kararların alınmasıdır. Burda resmi dil konusuna geri dönecek olursak, Türkiye, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde resmi dil tek olur, öyle de olmalıdır. Zaten başta demiş olduğum gibi, birden fazla resmi dili olan ülkeler oldukça az. Akla gelen ilk örnekler Belçika, İsviçre gibi ülkeler. Bu ülkelerin de ortak özellikleri dönemlerin siyasi konjöktürüne göre suni yaratılmış ülkeler olmaları. Mesela Belçika Almanya ile Fransa arasında tampon bir bölge oluşturmak amacıyla yaratılmış bir ülke, ve şu ana da AB ve NATO organizasyonlarının merkezi olarak konumlandırılmış durumda. Öte yandan ABD'ye baktığımız zaman anayasasında resmi dil yok, ancak resmi olarak belirlenmemiş de olsa devlet dairelerinde kullanılan dil İngilizce. Ancak her dönem daha da artan Hispanik nüfusunun ortaya çıkartığı gerçek, artık ABD'nin de iki dilli yaşama doğru adım adım gittiği. Bugün ABD'de Hispaniklerin kendilerine ait doktorları, okulları var, ve kendi dillerini yeni dünyada yaşatıyorlar, bir kısmı İngilizce öğrenmeyi reddediyor. Güneye indiğinizde şu an sadece İspanyolca bilen bir insan hayatını çok rahat idame ettirebilir durumda. Unutulmaması gereken br konu, ABD'nin de yapay, sonradan oluşturulan bir ülke olduğu ve bize tam olarak emsal teşkil edemeyeceği.

Bize tarihsel süreçte en çok benzeyen ve uygulamalarında feyz alabileceğimiz ülke İspanya olarak duruyor. Onlar da tıpkı bizim gibi terörle uğraştılar senelerce. İspanya da Türkiye gibi bir çok etnik unsuru içinde barındırıyor. Onların tarihi de bizim gibi İspanyollar dışında kalan etnik gruplara uyguladıkları kötü politikalarla hatırlanıyor (bakınız Franco dönemi). Bugün İspanya'da tek resmi dil hala İspanyolca, her İspanyalı İspanyolca'yı öğreniyor. Ancak bölgesel olarak farklı bir çok dil mevcut, ve bu bölgesel etnik gruplara inanılmaz haklar tanınmış durumda.

Katalan örneğinden yola çıkacak olursak, Katalanya coğrafyasında yaşayan Katalanlar'ın etnik kimliği İspanya anayasasında tanınmış durumda. Kendilerine ait bayrakları var, meclisleri var, sadece Katalanca eğitim veren okulları var, İspanya hükümetince tanınmış Katalanca yayın yapan ulusal TV ve radyo kanalları var, basını var. Bölgede tüm ibareler çift dilli, restoran menüleri, tabelalar, her şey İspanyoca ve Katalanca, Barcelona gibi turistik bölgelerde İngilizce'yle birlikte 3 dilli. Olay etnik milliyetçilik sınırlarında geziyor dersek yanlış konuşmuş olmayız, öyle ki Barcelona'da bir turist değilseniz sizden Katalanca konuşmanız bekleniyor. Ücretsiz Katalanca kursları sürüsüne bereket. Daha da ilginci, İspanya hükümeti sadece İspanya sınırları iinde değil, yurtdışında resmi olarak desteklediği ve finanse ettiği yabancı dil eğitim kurslarında (örnek Cervantes) öğrencilere İspanyolca'yla birlikte Katalanca, Baskça, Galiççe de öğretme opsiyonu sunuyor.

Bu denli aşmış, demokratik hakların dibine vurmuş bir sistemin bugün pat diye Türkiye'de uygulanmasını beklemek elbette hayalcilik olur, ancak demiş olduğum gibi bazı konularda feyz almak mümkün, çünkü diğer örneklerden farklı olarak İspanya ve Türkiye bir çok konudadoku yakınlığı gösteriyor. Ben özerklik konusuna sıcak bakan biri değilim, ya da şöyle ifade edeyim, Kürt kelimesini bile yeni yeni kabullenen insanların olduğu ülkede yarın özerklik derseniz olay farklı mecralara kayar. Ülkenin buna hazır olmadığını düşünüyorum. Bundan 20 sene sonra özerklik belki konuşulabilir. Zaten bölgeye gerekli iyileştirmeler yapılırsa bu talebin ortadan kalkacağını düşünüyorum. Nedir bu iyileştirmeler, en başlıca ve kesin olarak, devlet Kürt halkına Türkçe'yle birlikte güney doğuda kendi dilini öğrenme, kendi okulunda okuma hakkını vermek zorunda, buna mecbur. Sosyal bir devlet, halkının eğitim öğretim ihtiyacını karşılamakla yükümlüdür. Şu anda belli bölümlere Türkçe eğitimin bile götürülemediği bir coğrafyada devletin bu ayıbı mevcutken bu ne denli mümkün, tartışılır ancak bu yapımalı. Ücretli Kürtçe kurslarla ya da dershanelerle, kısıtlı imkanlarla bu özgürlük verildi demek ayıptır. Anadili Kürtçe olan bir coğrafyaya, 7 yaşına kadar annesinin evinde Kürtçe'den başka bir dil duymamış çocuğa kalkıp Türkçe bilen ya da anadili Türkçe olan biri gibi dil dayatmak evrensel insan haklarına aykırıdır. Pedagojik gerçeklerle yola çıktığımızda, insan beyni anadili 2 yaşına kadar beyne yerleşir, ve hayatının bundan sonraki evresinde her şeyi önce anadilinde düşünür ve kafasında çevrisini anadilinden yapar. Şu anki sistemde, insan hakları bir yanan dursun, o bölgede doğup büyüyen çocukların okula ataptasyonu geç olmakta, eğitim süreçleri sancılı sürmekte, eğitim başarıları da düşmektedir. Bunda korkulacak bir şey yok beyler. 2 senedir devlet tarafından Kürtçe yayın yapan TV var, ülke mi bölündü, halk galeyana mı geldi, izleyenler Türkçe'yi mi unuttu ? Bu ülkenin kültürel zenginliklerini, farklı dillerini, anenelerini ortaya çıkarmak bölücü değil birleştirici atılımlardır.

Diğer yandan o bölgenin ekonomik olarak devlet eliyle ayağa kaldırılması gerek. Devlet fabrikalar kuracak, yeni iş sahaları açacak, istihdam sağlayacak, yeni alışveriş mekanları yapacak, tarım alanlarını hareketlendirecek, hayvancılığı canlandıracak. Gerekirse İstanbul'a yapmayacağı şeyleri o bölgeye yapacak. Yıllardır şefkatini esirgediği yerlere şefkatini götürecek. Hani klişe bir beylik söz vardır Türk faşizminin argümanı olarak ortaya atılan, efendim Karadeniz de zengin değil onlarda da iş olanakları kısıtlı, devlete isyan edip dağa mı çıkıyorlar? Ey faşist ruh, okuyorsan üç kere burdayım de. Sen deniz nedir bilir misin ? Karadeniz'de hiç bir baltaya sap olamayan bir çocuk gidip balıkçı olabiliyor, ama o dağlık, çorak, çimin bitmediği bölgelerde işi olmayan çocukların işi olamıyor. 30 senedir panzerlerle, polis sirenleriyle, tanklarla büyüyen bu çocukların kandırılması da, dağa çıkartılması da çok kolay. Ha tek fark, Karadenizli zenginlerin memleketlerine öyle ya da böyle yardım edip kalkındırmaya çalışması mevzuyken Kürt zenginlerinde bunu pek göremememiz. Bunu da Kürt tarafı için bir eksi olarak not alalım. Neyse. Devlet kısa vadede zararı göze alıp yatırıma gidecek o bölgede, bu topraklar benim toprağım, bu halk benim halkım diyorsa bunu yapmaya mecbur. Çift dil, iki dilli tabelalar, menüler vs. bunlar ufak detaylar, yapmak bir gün, ki yapılacak da. Taksim'e giderken devletin tabelasında (Taxim Square) yazıyorsa, Kürt coğrafyasındaki bölgelerde de Kürtçe yazabilecek, bu kadar basit. O bölgenin temel iki sorununun eğitim ve ekonomi olduğunu düşünüyorum, bu iki temel sorun çözüldüğünde o bölgede ağalık ırgatlık sistemi de yıkılır, yoksulluk da sonlanır, cehalet de kalkar, terör de biter. Terör zaten bnların bütününden faydalanan bir oluşum. Ama 30 senedir olayı askeri bir sorun gören zihniyet devam ederse terör bitmez, ayrışma hızlanır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder