31 Aralık 2010 Cuma

Mutlu Yıllar !



Herkese mutlu, sağlıklı ve güzel bir 2011 dilerim.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Türk Tribünleri Yeniden Karışıyor mu ?



http://www.gencfb.org/fenerbahce/haber/sabrimiz-tasiyor/3103/

Linkte Genç Fenerbahçeliler taraftar grubunun son malum U-17 olayının üzerine resmi internet sitesinden yaptığı "SABRIMIZ TAŞIYOR" başlıklı yazısı var.

1996 yılından, yani İstanbul ayazlarında o meşhur sabahlamaların, kanlı çatışmaların ardından yapılan barışın ardından ilk defa bir tribün grubunun diğer tribün grubuna bu kadar aleni, net ve sert bir çıkış yapıp barışın bozulması ihtimalinin ima ettiğini görüyorum. Yazı göstermelik, gaz almalık, politik vs. de olabilir, çünkü GFB ve uA gruplarının birbirlerine gider yapmalarını engelleyen nasıl bir "bağa" sahip olduklarını dillendirmeye gerek yok, ancak bu bile bildiriye "vay be" denmesine engel olmuyor. Barışın bozulması lafı, çoluk çocuk tayfası tarafından sıkça dile getirilen bir şey olsa da, resmi ağızlardan bunun ima edildiğini okumak bile ürkütücü, o yılları yaşayanların evinde büyümüş, hikayelerini dinlemiş biri olarak. Yazının içindeki bazı bölümler karşı taraf için yenir yutulur gibi değil. Tribün raconunda "savaş baltalarını gömdük ama gömdüğümüz yeri unutmadık" denen klişe lafın bildiriye dökülmüş hali bu linkteki yazıdır sanırım. Satır aralarında "Barışı biz sağladık, biz istediğimiz için oldu. Korkudan Kadıköy'e gelemiyordunuz. Akıllı olun, yeminimizi bozdurmayın" yazıyor.

Ama el mahkum yutkunacaklar bu yazıya, çünkü suçlular, forumlarda önce kavga çocukların velileri arasındaydı denildi, sonra taraftar varmış ama uA'dan kimse yokmuş oldu, sonra uA varmış ama sahaya inmemiş dendi, en son uçan tekmeyi atan elemanın uA koreografi sorumlularından biri olduğu çıktı ortaya. Fenerbahçeli ufak çocuklara dalan ve darp edenlerin de GS tribün tayfasından olduğu konusunda artık hiç bir şüphe yok. Karşı taraftan bildiriye cevap verirlerse GFB'nin susup geri vites yapacağını hiç sanmıyorum, hele ki her ne kadar trübünde lokomotifliği tartışma götürmese de Fenerbahçe tribününün an itibariyle içinde bulunduğu ruh halinin son derece "buraların kralı benim ulan" mesajı vermeye açık olduğu şu dönemde, GFB de rüştünü hatırlatmaktan imtina etmeyecektir.

Ben barışın bozulmasının imkanı olmadığını düşünüyorum, kavga gürültü olsa dahi en azından o karanlık günlere dönmenin imkanı yok bana göre. Bunun bir çok sebebi var, en önemlisi de dönemler arasında uçurum kadar denebilecek sosyolojik fark ve taraftarlık profilinin buna bağlı olarak değişmesi, insanların artık "kaybedecek bir şeylerinin olması". Ama bu bildiri bazı taşları yerinden oynatabilir. Bazılarının da gerçekten ayağını denk alma zamanı geldi galiba. Göreceğiz. Herkes için hayırlısı olsun.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Kürt Sorunu Üzerine

Türkiye'de bugünlerde iki dil konusu tartışılıyor. Aslında talep edilen ve tartışmaya açılması gereken konu, Türkiye'de Türk halkı dışındaki diğer halkların anadilleri başta olmak üzere diğer haklarından adil ve demokratik bir şekilde faydalanması. Ancak olay suni bir biçimde evrildi ve resmi iki dilin olmasına yönelik bir talep varmışcasına değerlendirilmeye ve teatri edilmeye başlandı. Bu saçmalıkla insanların aklı nasıl bulandırılıyor inanılır gibi değil. Böyle bir talep benim okuduğum, izlediğim ve gözlemlediğim kadarıyla hiç bir çevrede yok, ne Kürt kesiminde, ne onları temsil ettiğini iddia eden DTP'de, ne entellektüel çevrelerde, ne Türkler'de ne de başka bir kesimde. Hatta ve hatta PKK bile böyle bir talep öne sürmüyor !

İnanılmaz bir dezenformasyon yaratılıyor ülke basını tarafından. Bırakın ülkemizi, dünyada bile resmi olarak birden fazla dili olan ülke sayısı çok çok az. (Bu konuya birazdan tekrar değineceğim.) Bana göre "bazı şoven çevrelerce" yanlış konuşulması, anafikrinin ıskalanması isteniyor bu meselenin. İsteniyor ki kitlelerdeki milliyetçilik damarlarını kabarsın, Türkiye'deki demokratikleşme süreci baltalansın, bir kaos ortamı yaratılsın, bunların istendiğini adım gibi biliyorum. Çünkü bu ucuz numaralar daha önceden de sıkça denendi. Bunları isteyenler o bölgenin arı kovanı olarak kalmasını isteyen, barışı istemeyen, Türkiye'nin önünün açılmasını istemeyen devlet ve ordu içi illegal çeteler ve PKK'dır. Zaten bu örgütler yaklaşık 20 senedir beraber hareket ediyor ve uygulamalarını birlikte harekete geçiriyorlar.

AKP'de bu oyuna barışı isteyen sosyal demokrat bir oyuncu gibi katılıp, açılım adı altında o bölge insanının oyunu alma politikasını gütmüş, ama senelerdir açılımın içini dolduramayıp sorunu da uydurduğu açılımı da cami avlusuna bırakılan bir çocuk gibi ortada bırakmıştır. Bugün milletvekili ya da bakan bazında yapılan açıklamalara bakıldığında, AKP'nin Kürt sorununu çözümünde samimi olmadığı ve sorunu çözemeyeceği kesinlik kazanmıştır.

Türkiye'de gayrı resmi kayıtlara göre nufüs sayısı şu anda 75 milyon. Bu nüfusun 55 milyonluk kesiminin Türk orijinli olduğu öngörülüyor. Kürt kökenli yurttaşlarımız 15 milyonla ifade edilirken geri kalan nüfus Laz, Çerkez, Ermeni, Abaza, Arap, Gürcü, Boşnak, Süryani gibi diğer etnik kesimden yurttaşlarımızın. Şimdi, bu sayıları baz aldığımızda çok basit bir formülle şu sonuç çıkıyor ortaya, Türkiye nüfusunun bugün %20'lik kısmı Kürt kökenli Türkiyeli yurttaşlarımızdan oluşmakta. Hal böyle olunca da Kürt varlığını kabul etmenin çok ötesinde şeyleri konuşmanın zamanının da geldiği artık evrensel insan haklarının gerekliliği halini almış durumda. Çünkü bu derece bir nüfusa sahip olup bunun ters orantısında bu derece az hakka sahip olan başka bir etnik grup yok dünya üzerinde. Ben bir Türk olarak bu görüşü savunuyorum.

Bugünkü durumu sağlıklı irdeleyebilmek için geçmişte yaşananları ortaya koymak, hatırlatmak gerek. Böylece hem bugünkü konumumuzu görmek, hem de gelecekte neler yapılabileceğini tahlil etmek mümkün olacaktır. Evet bugünkü durum düne nazaran çok ama çok daha iyi. Geçmişe kısa bir yolculuk yaptığımızda bu konuyla ilgili hatrımıza gelen şeylerin hemen tümü tüyleri diken diken edici şeyler.

Çok da geçmişe gitmeyelim. 12 Mart 1971 cuntası döneminde, içlerinde Deniz Gezmişler'in de bulunduğu grubun yargılanması aşamasında askeri cuntanın oluşturduğu anti demokatik ve anti hukuki sıkıyönetim mahkemelerinin askeri savcısı tarafından okunan iddianameden kısa bir kesit :

"(Yargılanan zanlılara hitaben)... Etnik yönden bütünlük arzeden Türk milleti bölünmek isteniyordu. Ki iktisaden geri kalmışlığımızı bu yönden de istismar ediyorlardı. Yani Türkiye'de halklar olduğunu iddia ediyorlardı. Çok eski devirlerde devlet ricali ve ulemanın, köylü ve cahillere Türk dediği gibi, Türklük anlaşıldıktan sonra, aslen Oğuz Boyları'ndan oldukları bilim adamlarınca da kabul edilmiş, ve Fars dilinin etkisinde kalmış bazı vatandaşlarımıza Kürt denilerek hakir görülmektedir."

Bu sözleri eden kişi Baki Tuğ. Dönemin sıkıyönetiminin askeri savcısı. Daha sonra politikaya da atılmış, AP, DYP, BBP gibi partilerde siyaset yapmış, milletvekili hattakısa bir dönem bakan da olmuş bir kişi. İddianamesinde geçen bölümü koymamın sebebi de o dönemki siyasi iktidarda ve askeri vesayette hakim olan zihniyeti gözler önüne sermek. Bırakın Kürtçe'yi, Kürtler'in haklarını, Kürt diye bir ırk olduğunu bile kabul etmeyen, edenin de vatan haini olarak yargılayan zavallı bir zihniyet o günlerde hakim. Kürt isminin dağlardaki kart kurt sesinden esinlenerek uydurulduğunu söyleyen devle adamlarını da gördü bu ülke. 12 Eylül sonrası güdülen politikalar, yasaklar, uygulanan akıl almaz fiziki ve psikolojik işkencelerin ise Baki Tuğ ve dönemin zihniyetini bile aratır nitelikte olması işin daha da acı bir boyutu. Zaten PKK örgütünün çıkış noktası da 12 Eylül faşizmidir, Diyarbakır cezaevidir, bok içinde yerlerde çıplak gezdirilen, ağızlarına canlı fare sokulan insanlardır. PKK'nın çıkışını meşrulaştırma gibi bir gayem elbette yok, aksine bugünkü PKK barış sürecini batalayan, kaos ortamının devamını isteyen bir yapıda. Ancak PKK'ya ve eylemlerine akıl sır erdirmek ne derece imkansızsa, o dönemlerde yaşananlara ve uygulanan politikalara da akıl sır erdirmek aynı ölçüde imkansız. Bunca şerefsizce uygulamaya tabi tutulan, aşağılanan, kimliği yok sayılan, hakir görülen, işkencelere tabi tutlan insanların bir gün o hapisten çıkınca neler yapacağını düşünmeyenler Mustafa Kemal'in askeri falan değildir. Ortada bir vatan hainliği varsa o da bunlarındır.

Halbuki 1. TBMM kararlarında Kürt ırkı Türkiye'yi kuran etnik gruplardan biri olarak görülmüş, Kurtuluş Savaşı'nda Türkler'in ve Kürtler'in omuz omuza savaştıkları belirtilmiş ve Misak-ı Milli sınırları içinde Türk ve Kürt kavmi olmak üzere iki kardeş kavmin yaşadığı net bir biçimde ifade edilmiştir. Ne oldu da o günlerde kabul edilen gerçekler, cumhuriyetin ilan edilmesinden sonraki dönemlerde yok sayıldı, Türk asmilasyonu politikası güdüldü, bu da aslen Kürt kökenli, ama özünde Türk milliyetçisi bir asker olan İsmet İnönü'nün 1935 yılında hazırladığı Kürt raporunda yer alan maddelerde saklı.

"Türkler'le Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır."

"Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır."

"Mardin vilayetinden çıkarılacak Hıristiyan ve Arapların yerlerini Kürtler derhal dolduracaklardır. Bu hal bizim için pek zararlıdır."

"Van halkı derlemedir. Bütün halkın ümidi devletin göstereceği ilgidedir. Sağlam bünyeli şarkta Cumhuriyetin çok önemli bir temeli olacaktır. Böyle bir temel Türk hakimiyeti için her bakımdan lazımdır."

"Bitlis, Hizan ve Mutki arasında suni olarak daima devlet kuvveti ile vücuda getirilmiş bir Türk merkezidir. Bitlis olmasaydı bizim onu yaratmamız gerekecekti."


Bunu gibi daha bir çok mide bulandırıcı madde, Türkiye'nin 1930'larda yapmış olduğu ve yıllardır bizim terör illetiyle başımızı ağrıtan seçimin belgeli göstergesi : Asimilasyon. Halbuki uzağa gitmeden, Türkiye Cumhuriyeti'nin önceli Osmanlı Devleti'nin uyguladığı sayılı doğru politikardan olan bölgelerde yaşayan halkların etnik kimliklerine ve dini seçimlerine hoşgörüsü bizim yeni cumhurietimizin de politikası olabilseydi, bugün ne Kürt sorunundan bahsediyor olurduk ne de terörden, ne ezilmiş halklardan en de bunu sömürmeye uğraşan fırsat avcılarından, her şeyden önemlisi bir hiç uğruna şehit olan binlerce gencimizden ve gözü yaşlı annelerimizden.

O günlere geri gidemeyeceğimize ve yanlışları düzeltemeyeceğimize göre, bu günden sonra neler yapabiliriz bunu konuşmalıyız. AKP'nin oy için demokratçılık oynadığı artık net bir biçimde ortaya çıkmışken, ülkenin öyle ya da böyle girmiş olduğu yoldan geri dönülmemeli. Bu yolda elbette bir bütün olarak düşülmeli, merdivenler üçe beşer çıkılmamalı, kamu vicdanı bu tarz hassas bir konuda asla incitilmemeli, her iki tarafta da fırsat kollayan faşistlere imkan verilmemeli. Her iki taraftan derken, bu ülkede Kürt bölücülüğü haklı olarak suç sayılırken Türk bölücülüğü kanunlarca hala meşru durumda. Osman Pamukoğlu gibi Türk bölücüleri kalkıp Kurtuluş Savaşı'nı biz tek başımıza kazandık onlar yoktu diyebiliyor. Bu insanların yaptırıma tabi olması gerek. Tabi karşı tarafın sıkı duvarlarını da kırmanın elzem olduğu gerçeği var, silahlar bırakılmalı diyen belediye başkanına hapisten had bildiren, eş başkan atayan, karanlık bir yapı mevcut yıkılması gereken.

Daha sonra yapılacak, Osmanlı'nın da içinde bulunduğu birden fazla etnik kimliğe sahip ülkelerin nasıl politikalar uyguldıkları, bir yapı oluşturduklarının incelenmesi ve ülkemiz için en doğru kararların alınmasıdır. Burda resmi dil konusuna geri dönecek olursak, Türkiye, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde resmi dil tek olur, öyle de olmalıdır. Zaten başta demiş olduğum gibi, birden fazla resmi dili olan ülkeler oldukça az. Akla gelen ilk örnekler Belçika, İsviçre gibi ülkeler. Bu ülkelerin de ortak özellikleri dönemlerin siyasi konjöktürüne göre suni yaratılmış ülkeler olmaları. Mesela Belçika Almanya ile Fransa arasında tampon bir bölge oluşturmak amacıyla yaratılmış bir ülke, ve şu ana da AB ve NATO organizasyonlarının merkezi olarak konumlandırılmış durumda. Öte yandan ABD'ye baktığımız zaman anayasasında resmi dil yok, ancak resmi olarak belirlenmemiş de olsa devlet dairelerinde kullanılan dil İngilizce. Ancak her dönem daha da artan Hispanik nüfusunun ortaya çıkartığı gerçek, artık ABD'nin de iki dilli yaşama doğru adım adım gittiği. Bugün ABD'de Hispaniklerin kendilerine ait doktorları, okulları var, ve kendi dillerini yeni dünyada yaşatıyorlar, bir kısmı İngilizce öğrenmeyi reddediyor. Güneye indiğinizde şu an sadece İspanyolca bilen bir insan hayatını çok rahat idame ettirebilir durumda. Unutulmaması gereken br konu, ABD'nin de yapay, sonradan oluşturulan bir ülke olduğu ve bize tam olarak emsal teşkil edemeyeceği.

Bize tarihsel süreçte en çok benzeyen ve uygulamalarında feyz alabileceğimiz ülke İspanya olarak duruyor. Onlar da tıpkı bizim gibi terörle uğraştılar senelerce. İspanya da Türkiye gibi bir çok etnik unsuru içinde barındırıyor. Onların tarihi de bizim gibi İspanyollar dışında kalan etnik gruplara uyguladıkları kötü politikalarla hatırlanıyor (bakınız Franco dönemi). Bugün İspanya'da tek resmi dil hala İspanyolca, her İspanyalı İspanyolca'yı öğreniyor. Ancak bölgesel olarak farklı bir çok dil mevcut, ve bu bölgesel etnik gruplara inanılmaz haklar tanınmış durumda.

Katalan örneğinden yola çıkacak olursak, Katalanya coğrafyasında yaşayan Katalanlar'ın etnik kimliği İspanya anayasasında tanınmış durumda. Kendilerine ait bayrakları var, meclisleri var, sadece Katalanca eğitim veren okulları var, İspanya hükümetince tanınmış Katalanca yayın yapan ulusal TV ve radyo kanalları var, basını var. Bölgede tüm ibareler çift dilli, restoran menüleri, tabelalar, her şey İspanyoca ve Katalanca, Barcelona gibi turistik bölgelerde İngilizce'yle birlikte 3 dilli. Olay etnik milliyetçilik sınırlarında geziyor dersek yanlış konuşmuş olmayız, öyle ki Barcelona'da bir turist değilseniz sizden Katalanca konuşmanız bekleniyor. Ücretsiz Katalanca kursları sürüsüne bereket. Daha da ilginci, İspanya hükümeti sadece İspanya sınırları iinde değil, yurtdışında resmi olarak desteklediği ve finanse ettiği yabancı dil eğitim kurslarında (örnek Cervantes) öğrencilere İspanyolca'yla birlikte Katalanca, Baskça, Galiççe de öğretme opsiyonu sunuyor.

Bu denli aşmış, demokratik hakların dibine vurmuş bir sistemin bugün pat diye Türkiye'de uygulanmasını beklemek elbette hayalcilik olur, ancak demiş olduğum gibi bazı konularda feyz almak mümkün, çünkü diğer örneklerden farklı olarak İspanya ve Türkiye bir çok konudadoku yakınlığı gösteriyor. Ben özerklik konusuna sıcak bakan biri değilim, ya da şöyle ifade edeyim, Kürt kelimesini bile yeni yeni kabullenen insanların olduğu ülkede yarın özerklik derseniz olay farklı mecralara kayar. Ülkenin buna hazır olmadığını düşünüyorum. Bundan 20 sene sonra özerklik belki konuşulabilir. Zaten bölgeye gerekli iyileştirmeler yapılırsa bu talebin ortadan kalkacağını düşünüyorum. Nedir bu iyileştirmeler, en başlıca ve kesin olarak, devlet Kürt halkına Türkçe'yle birlikte güney doğuda kendi dilini öğrenme, kendi okulunda okuma hakkını vermek zorunda, buna mecbur. Sosyal bir devlet, halkının eğitim öğretim ihtiyacını karşılamakla yükümlüdür. Şu anda belli bölümlere Türkçe eğitimin bile götürülemediği bir coğrafyada devletin bu ayıbı mevcutken bu ne denli mümkün, tartışılır ancak bu yapımalı. Ücretli Kürtçe kurslarla ya da dershanelerle, kısıtlı imkanlarla bu özgürlük verildi demek ayıptır. Anadili Kürtçe olan bir coğrafyaya, 7 yaşına kadar annesinin evinde Kürtçe'den başka bir dil duymamış çocuğa kalkıp Türkçe bilen ya da anadili Türkçe olan biri gibi dil dayatmak evrensel insan haklarına aykırıdır. Pedagojik gerçeklerle yola çıktığımızda, insan beyni anadili 2 yaşına kadar beyne yerleşir, ve hayatının bundan sonraki evresinde her şeyi önce anadilinde düşünür ve kafasında çevrisini anadilinden yapar. Şu anki sistemde, insan hakları bir yanan dursun, o bölgede doğup büyüyen çocukların okula ataptasyonu geç olmakta, eğitim süreçleri sancılı sürmekte, eğitim başarıları da düşmektedir. Bunda korkulacak bir şey yok beyler. 2 senedir devlet tarafından Kürtçe yayın yapan TV var, ülke mi bölündü, halk galeyana mı geldi, izleyenler Türkçe'yi mi unuttu ? Bu ülkenin kültürel zenginliklerini, farklı dillerini, anenelerini ortaya çıkarmak bölücü değil birleştirici atılımlardır.

Diğer yandan o bölgenin ekonomik olarak devlet eliyle ayağa kaldırılması gerek. Devlet fabrikalar kuracak, yeni iş sahaları açacak, istihdam sağlayacak, yeni alışveriş mekanları yapacak, tarım alanlarını hareketlendirecek, hayvancılığı canlandıracak. Gerekirse İstanbul'a yapmayacağı şeyleri o bölgeye yapacak. Yıllardır şefkatini esirgediği yerlere şefkatini götürecek. Hani klişe bir beylik söz vardır Türk faşizminin argümanı olarak ortaya atılan, efendim Karadeniz de zengin değil onlarda da iş olanakları kısıtlı, devlete isyan edip dağa mı çıkıyorlar? Ey faşist ruh, okuyorsan üç kere burdayım de. Sen deniz nedir bilir misin ? Karadeniz'de hiç bir baltaya sap olamayan bir çocuk gidip balıkçı olabiliyor, ama o dağlık, çorak, çimin bitmediği bölgelerde işi olmayan çocukların işi olamıyor. 30 senedir panzerlerle, polis sirenleriyle, tanklarla büyüyen bu çocukların kandırılması da, dağa çıkartılması da çok kolay. Ha tek fark, Karadenizli zenginlerin memleketlerine öyle ya da böyle yardım edip kalkındırmaya çalışması mevzuyken Kürt zenginlerinde bunu pek göremememiz. Bunu da Kürt tarafı için bir eksi olarak not alalım. Neyse. Devlet kısa vadede zararı göze alıp yatırıma gidecek o bölgede, bu topraklar benim toprağım, bu halk benim halkım diyorsa bunu yapmaya mecbur. Çift dil, iki dilli tabelalar, menüler vs. bunlar ufak detaylar, yapmak bir gün, ki yapılacak da. Taksim'e giderken devletin tabelasında (Taxim Square) yazıyorsa, Kürt coğrafyasındaki bölgelerde de Kürtçe yazabilecek, bu kadar basit. O bölgenin temel iki sorununun eğitim ve ekonomi olduğunu düşünüyorum, bu iki temel sorun çözüldüğünde o bölgede ağalık ırgatlık sistemi de yıkılır, yoksulluk da sonlanır, cehalet de kalkar, terör de biter. Terör zaten bnların bütününden faydalanan bir oluşum. Ama 30 senedir olayı askeri bir sorun gören zihniyet devam ederse terör bitmez, ayrışma hızlanır.

24 Aralık 2010 Cuma

HAFTALIK SPOR EKRANI



İngiltere hariç tatil dönemine girildiği için futbolu seyrek bir haftasonu bizi bekler. Neyse ki NBA biraz olsun renklendirecek haftasonunu. Hido eski aşkı Orlando'da, rakip de Semih Erdenli Boston. Aynı gece Lakers-Miami maçı da net izlenir. Voleybolda dünya şampiyonu Fenerbahçe Acıbadem ile Vakıfbank GSTT maçı da keyifli geçmeye aday. Arsenal-Chelsea maçının günü biraz ters olmuş.

FUTBOL :

26 Aralık Pazar
14:00 Fulham-West Ham United / Spormax (HD)
17:00 Manchester United-Sunderland / Spormax (HD)
19:30 Aston Villa-Tottenham / Spormax (HD)

27 Aralık Pazartesi
22:00 Arsenal-Chelsea / Spormax (HD)

28 Aralık Salı
17:00 Manchester City-Aston Villa / Spormax (HD)
19:30 West Ham-Everton / Spormax (HD)
22:00 Birmingham-Manchester United / Spormax (HD)

29 Aralık Çarşamba
21:45 Chelsea-Bolton / Spormax (HD)
21:45 Wigan-Arsenal / Spormax (HD)
22:00 Liverpool-Wolves / Spormax (HD)


BASKETBOL :

24 Aralık Cuma
19:00 Oyak Renault – Galatasaray Cafe Crown / Spormax

25 Aralık Cumartesi
19:00 Fenerbahçe Ülker – Tofaş / Spormax
21:30 Orlando - Boston NTVSpor | CANLI
24:00 LA Lakers - Miami NTV | CANLI

26 Aralık Pazar
15:00 Beşiktaş C.T - Karşıyaka / Spormax

VOLEYBOL :

24 Aralık Cuma
18:30 Vakıfbank Güneş Sigorta- Fenerbahçe Acıbadem / Sports Tv - FBTV

25 Aralık Cumartesi
13:00 Fenerbahçe - Torul Gençlik / FBTV
15:00 Galatasaray - Mef Okulları / GSTV
17:30 Arkasspor - Ziraat Bankası / Sports

26 Aralık Pazar
17:30 İller Bankası - Galatasaray Medical Park / Sports

23 Aralık 2010 Perşembe

TERS CEPHE GECESİ



Kaç haftadır şöyle ağız tadıyla bır kapışamadı Rasim Ozan'la Ümit Zileli. Bu gece iyi bir performans bekliyorum. 00.00 da Kanaltürk'te.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Rochester'da kar var






















Hey gidi günler, ne kadar güzel anılarla ayrılmıştık şu şirin şehrin heybetli kampüsünden. Şimdilerde o güzel anıları kar kaplamış Rochester'da. Facebook'tan Amerikalı arkadaşım paylaştı resmi. Eh yanı başında Buffalo, az biraz ötesinde de komşu Canada var, anormal de sayılmaz.

Özlemişim nitekim.

Sen

Bülent Ortaçgil üstad 7 sene sonra yeni albüm çıkartmış. Albümün adı "Sen", 11 adet şarkı bulunmaktaymış ve tabiki de albüm içerisindeki bütün söz ve müzikler Bülent Ortaçgil'e ait. En kısa zamanda bulup dinlemek gerek.

Pınar Sağ ve Ölümsüz Kaypakkaya

Türk Halk Müziği Ustası Arif Sağ'ın gelini, sanatçı Pınar Sağ hakkında Dersim'deki bir konserinde yaptığı konuşmasından ötürü 5 yıl hapis istemli bir dava açılmış. Sebep kısaca suçluyu övmek ve terör örgütü propagandası yapmak.


Mahkeme çıkışı basına konuşan Sağ, davanın hukuksuzluğundan, AKP zihniyetinin miting alanlarında ya da macliste oy alabilmek adına Deniz Gezmişler'in, Erdal Erenler'in adını kullanırken alkışlandıklarını, ama sanatçıların Denizler'i, İbolar'ı, Mahirler'i anmasını terör örgütü propagandası yapmak ve suçluyu övmekle suçlandıklarını söyledi ve bu iki yüzlülüğü bir kez aha ortaya koydu.

Ancak en son söylediği söz çok daha çarpıcıydı.

"Ayrıca da şunu söylemek istiyorum, ben hiç bir zaman İbrahim Kaypakkaya'nın suçlu olduğunu düşünmüyorum, çünkü İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır Cezaevi'nde katledilmiştir"

Videosunu izlemek isteyenler buraya.

Bozuk sistem hala kendisiyle, geçmişte işlemiş olduğu cinayetlerle, katliamlarla yüzleşmek yerine onlardan kaçıyor, kral çıplak diyeni de yargılıyor. Siyasal sebeplerle açılan davalar, verilen hukuk dışı cezalarla sicili zaten kirli olan bu ülkede malesef hala düşünce suçu diye bir suç var.

Helal sana Pınar Sağ, ölümsüz Kaypakkaya'yı bir kere daha ölümsüzleştirdiğin için. Benden de kendisine bir ekleme, İbo, Deniz, Mahir ve diğerleri için.

Ölülerinden bile hala korkuyorsunuz.

21 Aralık 2010 Salı

Dünya Şampiyonu Fenerbahçe




















DÜN-YA ŞAM-Pİ-YO-NU !

Geçtiğimiz senenin Avrupa Şampiyonlar ligi finalisti Fenerbahçe'nin Sarı Melekler'i, Avrupa şampiyonu İtalyan Bergamo, Güney Amerika şampiyonu Brezilyalı Sollys Osasco, Kuzey Amerika şampiyonu Mirador, Asya kıtası şampiyonu Taylandlı Federbrau ve Afrika kıtası şampiyonu Kenya Prisons takımları arasında düzenlenen Kıtalararası Dünya Şampiyonasında set vermeden finale yükseldi, finalde Brezilya şampiyonu S. Osasco'yu da 3-0 yenerek dünya şampiyonu oldu ve Türkiye'ye takım sporlarında tarihin en büyük başarısını armağan etti.

Bizlere bu büyük mutluluğu ve gururu yaşatan Sarı Melekler'e binlerce kere helal olsun.

Dünya şampiyonu bir Türk takımı. Dünya şampiyonu Fenerbahçe. Kulağa harika geliyor.


20 Aralık 2010 Pazartesi

YENİ CHP

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta CHP'de bir kurultay yapıldı ve Kılıçdaroğlu yeni kadrosuyla yeni CHP için tekrardan kolları sıvadı. Çoğu çevrelerce Kılıçdaroğlu'nun CHP'yi yeniden bir oluşuma götürdüğü ve partinin son 15 yıllık vizyonundan çok daha farklı bir noktaya sokmak istediği yazıldı çizildi.


Teşekkürler AKP !

Öncelikle bu değişim meşalesini yakan AKP'ye burda teşekkürlerimi sunuyorum. Gün gelip AKP'ye teşekkür edeceğimi düşünmezdim ama, yıllardır statükonun, elitlerin, sahil kesiminin, amiyane tabirle "beyaz Türkler'in" partisi olan, laiklik dışında bir politika üretemeyen, sosyal demokrasiden tamamen uzaklaşıp bir sağ partisi halini alan CHP'nin dinamiklerini tekrardan hareketlendiren, yeni bir yol aratan, AKP'nin 2003 yılından beri seçimlerde deyim yerindeyse tulum çıkartmasıdır. AKP'nin totaliter, baskıcı, hatta faşist tutumlarını lanetleyen biri olarak siyasi hamle bazında değerlendirme yapıldığında yaptıkları doğru şeyleri de söylemek zorundayım.

Türkiye'yi mükemmel analiz etmiş ve planlı programlı bir şekilde, sistemin her tür defosunu kendi lehine kullanabilmiş, ve bu stratejilerle her seçimde daha da güçlenmiş bir partiden bahsediyoruz. Kadrolaşmasıyla, ajitasyonuyla, fakir halka kömür makarna dağıtmasıyla, geçmişinden gelen dini kökleriyle kitlelerin aklını çelmesiyle, içini dolduramasa da açılım adı altında farklı etnik kitlelere göz kırpan politikalarıyla AKP komple bir Türkiye partisi modeli çizerek, ülke politikasındaki boşlukları en iyi şekilde değerlendirip diğer partilere değişmekten başka bir şans bırakmamıştır. Özelleştirmelerle satılan devlet malları ve inanılmaz artan vergiler yardımıyla ülkede sözde bir sıcak para girişi sağlanmış gösterilip halının altına bakmayan halkın gözü boyanmış, aslında orta ve uzun vadede ülke geleceği satılmıştır. 1980 faşizminin gençliğe hediyesi olan apolitizasyon dayatmasıyla büyüyen bir genç olarak ben bugün, hangi ideolojiden olurlarsa olsunlar, kendi yaşıtlarımı gözlemlediğimde politika konuşurken görüyorsam bunun bu döneme denk gelmesi tesadüf değildir. Çarpık düzeni hastalık olarak addedecek olursak, AKP hastalığa deva olamamıştır, olamayacaktır da, ama bir nevi hastalığın adını koymuştur, gözler önüne sermiştir. Laf lafı açmasın ama, tıpkı CHP gibi, MHP de bir değişime gitmek zorundadır, ki Bahçeli bunun sinyallerini yer yer veriyor, aksi halde onlar da baraj altında kaybolup gidecekler.


14 Mayıs 1972'den 18 Aralık 2010'a iki kurultay ve CHP


Bu noktada CHP'nin dönüşüm çabası 1972'nin CHP'siyle büyük benzerlikler göstermekte. Bir çok insan da bu benzerliği zaman zaman dile getiriyor. Yanlış da sayılmaz bu tespit. Çok partili döneme geçtikten itibaren iktidar yüzü göremeyen, yönetimsel olarak hantal bir yapıya bürünmüş, gittikçe halktan kopan CHP'de, anti demokratik 12 Mart muhtırasının İnönü marifetiyle desteklemesi, zaten asker tandanslı duruşu ayyuka çıkmış partinin içinde bardağı taşıran son damla olmuştu. 1972 yılının başlarında, partinin yaklaşık 50 yıldır başında olan Milli Şef İsmet İnönü'ye karşı duran, o dönemin genç genel sekreteri rahmetli Bülent Ecevit, kısa sürede duruşu, dürüstlüğü, ortaya koyduğu programlarıyla parti içinde taban buldu ve neticesinde yıkılmaz bir tabu haline gelmiş İnönü başkanlığını yıkarak genel başkan seçildi. Yeni parti vizyonunu kendisine uygun görmeyen İnönü de kısa bir süre sonra partiden istifa etti.


Sonra ne mi oldu ? CHP halka yeniden kucaklaştı, Ecevit Karaoğlan oldu, Kıbrıs Fatihi oldu, 1969'da oyu %27 olan CHP 1973'te %33, 1977'de %41 oy oranına ulaştı. Ne yazık ki, o dönemin seçim kanunları onun tek başına iktidar olmasına yetmedi, azınlık hükümeti kurmak durumunda kaldı ve parlamento çoğunluğu tehtidi başında sürekli Democles'in kılıcı oldu. Üstelik Ecevit'e, cumhuriyet tarihinde ABD'ye kafa tutan tek başbakan olmanın bedeli de ödetildi ağır bir biçimde. Haşhaş olayı ve Kıbrıs sorunu üzerine gelen ABD orijinli ambargolar ülkeyi yokluğa ve sıkıntılara itti. Halk da maalesef bu yokluğun analizini yapamadı, sebeplerini sorgulamadı, vaadedilen gözyaşı sonrası gelecek bağımsız bir Türkiye ideasını bir kenara itip Sam Amca'nın kucağında oturan elinde ekmeği olan bir Türkiye'yi tercih etti. Zaten sağ-sol denklemi içinde gidip gelen halk, Amerikancı Demirel'in "CHP demek tüp kuyrukları demek" popülizmine yenik düştü. Şükür ki (!) çok geçmeden 12 Eylül faşizmi ortada tüp de bırakmadı kuyruk da. Neyse. Neticede Ecevit demek bu ülke insanı için her zaman umut demekti, bağımsızlık demekti, halkçılık demekti, fakirin ekmeği, köylünün hasatı, işçinin bareti demekti. Her zaman da öyle kaldı.


Kılıçdaroğlu yeni bir Ecevit mi yoksa ?


Şimdi tıpkı Ecevit gibi bir figür dahil oldu siyaset alanına, Kılıçdaroğlu. Tarzı, duruşu, söylemleri, hatta tipi bile benzetiliyor Ecevit'e. Umuda yolculuğun yeni kaptanı Gandhi Kemal olarak gösteriliyor. Ancak durum aslında pek de öyle sayılmaz.


Bir kere Ecevit'in oyuna katılmasıyla Kılıçdaroğlu'nun katılması arasındaki fark çok belirleyici. Ecevit bir isyandı, askeri vesayete, sağın sömürüsüne, solun ezilmesine karşı bir haykırıştı, bol yıldızlı apoletleri, beyaz yakalı gömlekleri yırtarak çıktı mavi yakasıyla siyaset alanına. Kılıçdaroğlu ise hatırlamak istemediğimiz bir olay sonucu başa geldi, bundan bir sene öncesine kadar belki de hayal dahi etmediği bir mertebede şu an. Dolayısıyla hazırlıksız, tecrübesiz. Tabiki burda geliş şeklinden ötürü onu suçlayamayız ama gerçekleri de söylemek gerekir. Üstelik geliş biçimi kadar zamanlaması da onun şansızlığı. Statüko duvarlarını örmüş CHP'yi tanıyamadan, dönüştürmeye yeltenemeden, politika üretemeden kendini anayasa referandumu girdabının içinde buldu. Yıllar içinde kurt olmuş Erdoğan'dan da ringde henüz gardını alamadan bir çok kroşe aparkat yedi. Ama dürüst çizgisi, saflığı, halktan olması hep bir kredi verdi ona.

Sonra Ecevit'in tavrı net, politikası açık, sivri, her çevrece mesajı alınabilirdi. Haşhaş ekimini Amerikancı Demirel, Amerikan emriyle kaldırdı, ben serbest bırakıyorum dedi bıraktı. Kıbrıs'a askeri indiriyorum barışı getiriyorum dedi indirdi. Düşünce suç değildir, siyasi görüşü sebebiyle haksız yere hüküm giydirilen, içeri alınan devrimcileri çıkartıyorum dedi çıkardı. Her dediğinin de arkasında durdu. Kılıçdaroğlu'nda ise henüz bu net tavrı göremiyoruz. Evet halkçı, devrimci, sosyal demokrat bir eğilimi var bu kesin, ama, bir an önce çizgisini ortaya koymalı. Bu işler her etnik kökene saygımız var deyip kurultayda bu ülkenin kanayan yarası Kürt kelimesini ağza almamakla olmaz.

Ecevit'in bir diğer farkı o dönemin siyasal konjöktürüydü. 1970'ler, Türkiye'de solun altın çağıydı. Sendikalar, işçiler, üniversiteler başta olmak üzere, her kesimde sol görüşe inanılmaz bir talep, bir destek vardı. Güney Amerika'nın Küba'sından başlayıp Fransa'nın Nice kentine, ordan tüm dünyaya yayılan özgürlük akımı, Türkiye'de 68 rüzgarı olarak ciddi bir vücut bulmuş, cuntacı generallerin "halkın sosyal bilincindeki ilerleme ekonomik ilerlemenin önüne geçti" dedirtecek noktaya gelmişti. Neticede bu aydınlanma bazılarını rahatsız etmiş, 12 Mart'la başlayan başta askeri vesayetin ve sağ iktidarların, Amerika desteğiyle bu kitlesel gücü bitirme emelleri vuku bulmuş, bilindik hikayelerle sol-kırım gerçekleşmişti. Neticede 1980 darbesine kadar kafasına vuruldukça daha güçlü ve isyankar biçimde yerden kalkan sol Ecevit'in en büyük gücüydü. Bugün Kılıçdaroğlu'nun arkasında böyle bir güç yok. Üstelik, seçmen kitlesinin büyük bir kısmı değiştirmeye çalıştığı hantal siyasi duruşun bayraktarları. Ulusalcılar, statükocular, özgürlük karşıtları, asker postalı yalayıcıları malesef ciddi bir taban şu anda CHP'de. Bu bariyer de Kılıçdaroğlu için aşılması güç bir engel olarak görünüyor.

Kılıçdaroğlu neler yapmalı ?

Yapılması gereken açık, öncelikle çok iyi teşkilatlanacak Kılıçdaroğlu. Bilhassa gençlik kollarını ve il-ilçe teşkilatlarını çok dikkatli seçecek, yeniden yapılandıracak, aydın, ilerici, devrimci, bu ülkeye katma değer katabilecek kişilerden seçecek. Sonra halka programını verecek. Halkın her kesimine hitap eden politikalar üretecek. Neye oy attığını unutan halk evet mührünü kime neden bastığını bilecek. Sol bir parti yaratmak istiyorsa buna uygun stratejiler geliştirecek. Manifestosu olacak manifestosu.
---Patronlarla toplantılar düzenlerken diğer yandan işçiye, emekliye, öğretmene ekonomik politikasını açıklayacak, onların güvenini alacak.
---AKP ile birlikte yabancı sermayeye satılan ülke demirbaşlarının kısa ve orta vadeli politikalarla geri alınıp tekrardan kamulaştırılacağını anlatacak.
---Açlığı fakirliği bitireceğini anlatacak.
---Mahalle baskısının değil özgür düşüncenin söz sahibi olacağı olacağı, totaliterliğin ya da korku imparatorluğunun değil demokrasinin egemen olduğu, fikirlerin koştuğu bir sistem inşa edileceğini ilan edecek.
---Karma ekonomiyi işletirken eğitim ve sağlık gibi insan temel hak ve özgürlüklerinin en fakir bireyin bile faydalanabileceği bir şekle sokulacağını söyleyecek.
---Laik devlete vurgu yapmayı ihmal etmezken, insanların giyim kuşamına saygı duyulacağını, türbanlı kızların üniversitede uğradıkları zülmün sona ereceğini, bu ülke vatandaşı olan dindarın da, Marksist'in de, türbanlının da, ülkücünün de, Kürt'ün de Alevi'nin de dışlanmayacağı, herkesin kendi olarak kabul edildiği bir yapı oluşturmaya söz verdiğini ilan edecek.
---Askeri vesayete, postal yalayıcılığına, darbe fetişizmine sonuna kadar karşı olduklarını ve olacaklarını haykıracak, generkurmayın başbakanlığa bağlı bir devlet memurluğu olduğunu herkese hatırlatacak.
---Terörü lanetlerken, ülke içinde terörden ötürü beslenen kesimlerin artık söz sahibi olamayacağını, ülkenin kaderini manipüle edemeyeceklerinin söyleyecek.
---Ulusal bütünlüğe, ülkeyi oluşturan etnik çoğunluk olan Türkler'in dili olan Türkçe'nin ülkenin tek resmi dili olduğuna ve olacağına vurgu yaparken ülke nüfusunun yedide birini oluşturan Kürt halkının Türkçe'yle birlikte anadilini olan Kürtçe'yi de özgürce öğrenebileceklerini, okullarda serbestçe eğitimini alabilmelerini sağlayacaklarını, devletin bu konu başta olmak üzere bir çok haklar konusunda iyileştirmeye gideceğini, ve bu hakların Kürt kimliğiyle birlikte yeni yapılacak anayasada güvence altına alınacağını anlatacak.
---Ülkenin ayağına senelerdir pranga yapılmış dış politika meselelerin, Ermeni meselesi olsun Kıbrıs meselesi olsun, dirayetli bir iktidarla çözülemeyecek meseleler olmadığını söyleyecek.
---Bu ülke gençlerinin askerlik, üniversite sınavı gibi bariyerlerden kurtulması için gerekli her şeyi yapacaklarını açıklayacak.
Bu yukarda yazılan ülke realitelerini, sorun ve çözümlerini bir bir anlatırken, bunların hangisini AKP'nin çözdüğünü soracak ve koca bir HAYIR cevabı alacak.
Aksi halde Türkiye demokrasisi AKP'nin bize kendi menfaatleriyle örtüşüp sunduğu kadarıyla, sosyal demokrat bir parti olmadan kör topal devam eder, ve ülke gün geçtikçe daha da kötü bir yola girer.